Hakkında

  • ÖZKAN KARACA 17 Yazı

    Tüm Yazıları
TÜRK DENİZ KUVETLERİNİN BU GÜNÜ

Tarih boyunca donanmalar, her zaman devlet politikasının bir aracı ve barışta diplomasinin önemli bir dayanağı olmuştur. Sürekli olarak yüksek derecede muharebeye hazır olma, büyük bir hareket kabiliyeti ve açık denizlerin seçilen bölgelerinde kısa bir süre içinde kuvvetlerini toplama yeteneği gibi donanmaya özgü nitelikler, buna uygun düşmektedir. Açık denizlerin tarafsız oluşu, devletler hukuku kurallarını ihlal etmeden ve karşı tarafa protesto ya da diğer tepki şekilleri için bir vesile yaratmaksızın, donanma kuvvetlerine yer değiştirme ve kuvvetlerini toplama olanağı vermektedir.

 Türk Deniz Kuvvetleri, gücünü ve desteğini savaşta olduğu kadar barışta da ülkenin deniz gücünden almaktadır. Bu konuyu bir bütün olarak ele alan Mustafa Kemal Atatürk, Kasım 1937 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı nedeniyle gönderdiği mesajında, denizcilikle ilgili düşüncelerini şu sözlerle dile getirmiştir.

“…En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi bilmeliyiz. Denizciliği Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız…”

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Türk Deniz Kuvvetleri, milli güce dayalı etkin bir deniz kuvvetlerine sahip olmayı esas almıştır. Bu çerçevede Deniz Kuvvetleri’nin temel görevi, Türkiye Cumhuriyeti’nin savunmasına destek olmak,  denizlerdeki egemenlik haklarını ve deniz alaka ve menfaatlerini korumak ve kollamaktır. Soğuk Savaş döneminde NATO’nun güney sınırının koruyucusu olan ve Boğazların emniyetinden sorumlu Türkiye, deniz gücü kapasitesini geliştirmek için yoğun çaba harcamıştır. Daha sonraki dönemde de Yunanistan ve Kıbrıs konusundaki gelişmeler Türkiye’yi deniz kuvvetlerinin güçlendirilmesine özel önem atfetmeye sevk etmiştir.

Türk Deniz Kuvvetleri, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Türk Ulusunun kendine olan sınırsız güvenini boşa çıkarmamış; sınırlı imkanlarına rağmen, harekatta kilit rol oynamış ve askeri açıdan tartışmasız en zor harekat olarak kabul edilen amfibi harekatı başarı ile gerçekleştirerek, amfibi ve kara birliklerinin emniyetle Kıbrıs’a çıkmasını sağlamış, aynı zamanda hem Kıbrıs’a yönelik düşman takviyesini engellemiş hem de kara harekatına deniz top ateş desteği sağlayarak, askeri ve siyasi hedeflerimizin ele geçirilmesinde büyük rol oynamıştır.

 Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ayrılmaz bir parçası olan Deniz Kuvvetleri; stratejik, operatif ve taktiksel anlamda teşkilatlanmış, amenajman kontrolü ve yapısını esas almıştır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı stratejik seviyede kuvveti sevk ve idare ederken, operatif ve taktiksel seviyedeki komutanlıklar her türlü deniz harekâtını icra edecek yapıdadır.

Bu bağlamda Deniz Kuvvetleri operatif seviyede dört ana ast komutanlık ile taktik seviyede Filo-Görev Grubu Gemi-Boğaz-Bölge-Üs komutanlıklarından teşkil edilmiştir. Dört ana ast komutanlıklardan birincisi, görevi savaşa hazır deniz ve deniz hava kuvvetini kullanmak/kullandırmak, her türlü harekâta hazır olacak şekilde idame etmek, operatif ve taktiksel seviyede gelişmelere öncülük etmek, kuvvet hedeflerinin saptanmasında etkin rol oynamak olan Gölcük’teki Donanma Komutanlığı’dır.

6.300’den fazla erbaş/er, 4.000’den fazla işçi/ devlet memuru, 8.000’den fazla subay/astsubayın görev yaptığı Donanma Komutanlığı’nın temel hedefi, modern Türk donanmasının oluşturulmasıdır. Ağustos 2011 ve 2015’teki yeniden yapılanmanın ardından Harp Filosu Komutanlığı bünyesinde Gölcük Deniz Üssü’ndeki Kuzey Görev Grubu, Aksaz Deniz Üssü’ndeki Güney Görev Grubu ve Foça Deniz Üssü’ndeki Batı Görev Grubu, Gölcük’teki Denizaltı ve Erdek’teki Mayın Filosu Komutanlıkları, Gölcük’teki Lojistik Destek Gemileri Komodorluğu, İzmit’teki Deniz Hava Komutanlığı, Gölcük Deniz Ana Üs Komutanlığı, Gölcük Tersane Komutanlığı, Deniz İkmal Merkezi Komutanlığı, Envanter Kontrol Merkezi Komutanlığı, Ordonat Merkezi Komutanlığı, Yıldızlar Su Üstü Eğitim Merkezi Komutanlığı, Taktik ve Doktrin Geliştirme Merkezi, Donanma Komutanlığı’na bağlı olarak görev yapmaktadır.

İstanbul’da bulunan, Boğazlar, Marmara Denizi ve Karadeniz’den sorumlu, temel görevi muharip gemilere lojistik ve sahil desteği sağlamak, üs ve lojistik destek tesislerini yönetmek ve sorumlu bulunduğu bölgelerdeki kıyı muharip görevlerini yerine getirmek olan Kuzey Deniz Saha Komutanlığı’dır. Bu komutanlık; İstanbul ve Çanakkale Boğaz Komutanlıkları, Karadeniz Bölge Komutanlığı, Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı, Deniz Müzesi Komutanlığı, Kurtarma ve Sualtı Komutanlığı, Araştırma Merkezi Komutanlığı (ARMERKOM)  ile İstanbul Tersane Komutanlığı’nı kapsamaktadır.

 Ege ve Akdeniz’den sorumlu, görevi muharip gemilere lojistik ve sahil desteği sağlamak, üs ve lojistik destek tesislerini yönetmek ve sorumlu bulunduğu bölgelerdeki kıyı muharip görevlerini yerine getirmek olan İzmir’deki Güney Denizi Saha Komutanlığı’dır. Amfibi Görev Grup Komutanlığı, Ege ve Akdeniz Bölge Komutanlıkları (bünyesinde Amfibi Deniz Piyade Tugay Komutanlığı), Aksaz ve İskenderun Deniz Üs Komutanlıkları, İzmir Tersane Komutanlığı ve Deniz Gözetleme Komutanlığı, Güney Denizi Saha Komutanlığı’na bağlı görev yapmaktadır. Dördüncüsü ise Deniz Kuvvetleri’nin görev ihtiyacına yönelik olarak eğitim ve öğretim faaliyetlerini yürüterek donanımlı personel yetiştirmekle görevli İstanbul’da bulunan Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı’dır.

Bünyesinde Deniz Harp Okulu, Karamürselbey Eğitim Merkezi Komutanlığı ve Derince Eğitim Merkezi Komutanlığı olmak üzere, Deniz Lisesi ve Deniz Astsubay Yüksek Meslek Okulu Komutanlıklarından oluşmaktadır. Ana deniz üsleri Gölcük, Erdek, Foça ve Aksaz’ da yer almaktadır. Buna ilaveten İstanbul, Karadeniz Ereğlisi, Trabzon, Bartın, Çanakkale, İzmir, Antalya, Mersin ve İskenderun’da deniz üsleri; Kartepe, Çanakkale ve Dalaman’da deniz hava üsleri mevcuttur

Devamı
Türk Deniz Kuvvetleri Tarihi

1071 Malazgirt Meydan Muharebesi’nden sonra Selçukluların Anadolu’ya yerleşmeye başladıkları dönemde İzmir merkezli bağımsız bir beylik kuran Emir Çaka Bey,   İzmir’de modern bir tersane yaptırmış ve tersane civarındaki bölgeyi deniz üs kompleksine dönüştürmüştür. Daha sonra kürekli ve yelkenli gemilerden oluşan 50 parçalık ilk Türk donanması 1081 yılında inşa edilmiştir. Deniz Kuvvetleri’nin kuruluş yılı olarak kabul edilen 1081’de Emir Çaka Bey donanmanın başında Ege’ye açılmıştır. Haçlı Seferleri Anadolu Selçuklu Devleti’nin denizlere yönelik faaliyetlerini önemli oranda engellemiş olmakla birlikte, Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubat, Alanya ve Sinop Tersanelerinde inşa ettirdiği gemilerle filolar kurmuştur. Alanya Tersanesi, Türklerin kurmuş olduğu ilk organize tersane olarak kabul edilmektedir.  

Doğu Marmara’ya kesin şekilde yerleşmesinin ardından deniz gücü geliştirme faaliyetlerine girişmiş ve 1327 yılında Karamürsel’de ilk Osmanlı tersanesi kurulmuştur. Donanma hiyerarşik bir sistemle teşkilatlandırılmış ve Donanma Komutanı’na “Derya Beyi” unvanı verilmiştir. Kara Mürsel Bey, Osmanlı Devleti’ndeki ilk “Derya Beyi” olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlere yönelik modern anlamdaki teşkilatlanması Yıldırım Bayezid döneminde başlamıştır. Gelibolu Deniz Üssünün 1401 yılında tamamlanması ile birlikte “Kaptan-ı Derya/ Kaptan Paşa” terimi kullanılmaya başlanmış ve Saruca Paşa Türk deniz tarihinin ilk Kaptan-ı Deryası olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet döneminde de denizcilik anlamındaki ilerleme devam etmiş, İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılar Ege ve Karadeniz’de mutlak bir hâkimiyet sağladıktan sonra Akdeniz’e ilerlemiştir. Fatih Sultan Mehmet 1455 yılında dünyanın en büyük tersanelerinden biri olan İstanbul Tersanesi’ni Kasımpaşa’da kurmuştur. 1492-1495 tarihleri arasında ilk defa denizden tahliye harekâtı icra edilmiş, Kemal Reis tarafından İspanya’dan kovulan Müslüman ve Yahudiler Fas ve Cezayir’e intikal ettirilmiştir. Ayrıca bu dönemde Türk deniz bilimcileri dünya denizciliğine büyük katkıda bulunmuşlardır. Muhiddin Piri Reis’in 1513 ve 1528 yıllarında yaptığı iki dünya haritası ile Piri Reis’in “Kitab-ı Bahriye” adlı kılavuz kitabı buna örnektir.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a yönelik kara harekâtında Türk donanması önemli lojistik destek sağlamış, Mısır’ın fethinden sonra ise Osmanlı İmparatorluğu, Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu’nda faaliyet göstermeye başlamıştır. Yavuz Sultan Selim’in vefatından sonra başa geçen Kanuni Sultan Süleyman’da donanmaya büyük önem vermiştir.            

Bu zafer, Osmanlı Devletini Akdeniz’in tartışılmaz hâkimi yapmıştır. Preveze Deniz Zaferi, büyük bir şeref ve gurur abidesi olarak Türk denizcilerine ışık tutmaktadır. Zaferin kazanıldığı 27 Eylül günü her yıl Deniz Kuvvetleri Günü olarak kutlanmaktadır. Ayrıca 1543 yılında Fransa’nın İspanyol donanmasına karşı yardım istemesi sonucu Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Güney Fransa’ya sevk edilmiş ve ilk defa bir diplomasi unsuru olarak kullanılmıştır. Aynı yıl Hadım Süleyman Paşa Umman Denizi’ne açılarak Aden’i ele geçirmiş, daha sonra Hindistan’a ulaşarak burada Portekizlilerle çarpışmıştır.

Osmanlılar, doğudaki deniz ticaret yollarının kontrolü amacıyla uzun yıllar yoğun çaba sarf etmiştir. Türk denizciliği bu dönemde Salih Reis, Aydın Reis, Murat Reis, Selman Reis, Seydi Ali Reis, Hasan Reis, Piyale Paşa, Kılıç Ali Paşa gibi ünlü denizciler sayesinde büyük başarı göstermiştir. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı devlet adamlarının siyasi hedeflerine Deniz Kuvvetleri’ni arka planda bırakarak Kara Kuvvetleri’yle ulaşmaya çalışmaları,  orduların lojistik yönden ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmasına ve toprak kaybı ile sonuçlanan yenilgilere sebep olmuştur.

Sinop Baskını ve Kırım Savaşı’nın güçlü ve modern gemilerden oluşan bir donanmaya sahip olmanın gerekliliğini ortaya koyması Sultan Abdülaziz’i yeni gemiler inşa ettirmeye sevk etmiştir. Ayrıca 1864 yılında kurmay subay yetiştirmek amacıyla “Erkan-ı Harbiye-i Bahriye Mektebi” (Deniz Harp Akademisi) kurulmuştur. “Kaptan-ı Deryalık/Kaptan Paşalık” makamı 1867 yılında kaldırılmış, yerine 1922 yılına dek sürecek olan “Bahriye Nazırlığı” makamı oluşturulmuştur. 2. Abdülhamit döneminde de donanmanın güçlendirilmesi için çaba sarf edilmiş, Batılı ülkelerden kruvazör, muhrip, torpidobot ve gambot almak için harekete geçilmiştir. Fakat yeni alınan gemilerin Haliç’te atıl tutulması ve personelin eğitimsiz olması sebebiyle ilerleme sağlanamamıştır.

Bu dönemdeki en önemli olaylardan biri 1889’da Ertuğrul firkateyninin iade-i ziyaret kapsamında Japonya’yı ziyaret etmesi, ancak dönüş yolunda fırtına sonucu batmasıdır. Bu kaza Türk-Japon ilişkilerinin mihenk taşı olarak kabul edilmektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında tarihe geçecek Çanakkale Zaferi’nin kazanılmasında Nusret Mayın Gemisi’nin oynadığı rol büyük önem taşımaktadır.

Kurtuluş Savaşı sırasında ise denizin önemi farklı bir boyut kazanmış ve Karadeniz üzerinden gelen silah, cephane ve diğer malzemelerin nakliyesi amacıyla bir deniz nakliyat teşkilatı kurulmuş, zamanla bu müdürlük daha da genişleyerek “Bahriye Dairesi Reisliği” adını almıştır. Savaşın bitimiyle birlikte küçük tonajlı savaş gemilerinin harekâta hazır hale gelmesi için çalışmalar başlamıştır. Deniz Kuvvetleri’nin geliştirilmesi maksadıyla TBMM 30 Aralık 1924 tarihinde Bahriye Vekaleti (Denizcilik Bakanlığı) yasası çıkarmış, imkânlar dahilinde uzun vadeli bir programla gerek yurtdışından gemi alımı gerekse mevcut gemilerin yenilenmesi suretiyle yeni bir donanma oluşturulmaya başlanmıştır.

1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasından sonra İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında birer Müstahkem Mevki Komutanlığı ve bu komutanlıklara bağlı olarak Deniz Komutanlıkları kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ve Almanya’dan, savaş sonrasında ABD’den temin edilen su üstü gemileri ve deniz altılar ile donanma güçlendirilmeye devam edilmiştir. İlerleyen yıllarda gerçekleştirilen çeşitli modernizasyon projeleri Deniz Kuvvetleri’nin gücünü daha da artırmış, 90’lı yılların sonunda bir açık deniz kuvveti haline gelmesinin önünü açmış ve bugünkü çağdaş, güçlü ve modern kuvvet yapısına ulaşılmasını sağlamıştır.

Devamı
Selçuklu ve Osmanlı Devletinde Güvenlik Kolu

Selçuklu Devletinde Güvenlik Kolu

Selçuklularda “subaşı” ordu komutanlarına verilen bir unvan olarak kullanılmıştı. Bu unvana sahip olan kişiler sorumlu oldukları bölgenin emniyet ve asayişini emrindeki “şıhne”, “dizdarlar” ve “prabanlar” aracılığıyla yerine getirmişti. Osman Bey, 1301 yılında Karacahisar'ı ele geçirdikten sonra bu şehrin idaresini oğlu Orhan Bey'e vermiş ve subaşı olarak Gündüz Alp'i atamıştı. Böylece Osmanlılarda ismi bilinen ilk zabıta amirinin Gündüz Alp olmuştur. Selçuklularda asayişin sağlanmasında görev yapan subaşılar, Osmanlı Devleti’nde de zabıta amiri olarak görev yapmıştı. Eyaletlerde Beylerbeyleri, sancaklarda ise Sancak Beyleri emirlerindeki sipahi askerleriyle bölgelerinde emniyet ve asayişi sağlamıştı.

Dünya tarihinde önemli devletlerden birini kuran Oğuzların Kayı boyundan Osmanlılar, diğer Türk boyları gibi orta Asya’dan Anadolu’ya gelmişlerdi. Bu tarihlerde Selçuklularla, Moğollar Anadolu’da bir güç mücadelesi içindeydiler. Bu yüzden Selçuklular güç takviyesi açısından doğudan gelen Türk topluluklarına ihtiyaç duyuyordu. Kayı boyu, Selçukluların bu ihtiyaçlarına uygun olarak öncelikle Ankara ve Karacadağ bölgesine ve daha sonra da Söğüt ve Domaniç taraflarına yerleştirildi.

Bizanslılara karşı Selçukluların uç beyliğini yapan bu Türk boyu, Osman Bey’in idaresinde, 1299 yılında bağımsızlığını ilân ettiğinde Anadolu’da emniyet ve asayiş bakımından tam bir düzensizlik hâkimdi. Adil ve sağlam bir idarenin olmaması güvensizlik ve kargaşa ortamına sürüklüyordu. Osman Bey’in kurduğu küçük beylikte yaşayan Türkler iyi bir idareye kavuşmuş olmasından ve asayişin sağlanmış olmasından dolayı rahat ve huzur içerisinde yaşamaktaydı. Adalet arayan Müslümanlar dışında Bizans İmparatorluğu’nun zulmünden kaçan birçok Hıristiyan da bu küçük beyliğe göç etmeye başlamıştı. Osmanlı idaresi her türlü keyfî vergileri kaldırarak herkese kanunlarla birlikte huzur ve güven ortamı sağlanmıştı.

Türklerin güvenliğin sağlanması için askerî nitelikli güçlü bir teşkilat oluşturması ve bu teşkilatı gerektiğinde savaş dönemlerinde de kullanması mantıklı bir tecrübeye dayanmaktadır. Bu devlet geleneği, bugüne kadar çeşitli isimlerle devam etmiş ve dünyadaki diğer güvenlik kuvvetleri için bir model oluşturmuştur. 

Osmanlı Devletinde Güvenlik Kolu

Devletin ilk kuruluş aşamasındaki basit bir teşkilâtla idare edilen hükümet mekanizması daha sonraları genişleyen sınırlarla karmaşık bir durum almaya başlamıştı. Devlet bu duruma çözüm bulmak için hem idare sistemini hem de aşiret ordusu görünümünde olan askerî kuvvetlerini düzenleme yoluna gitmişti. 

Osmanlı Devleti’nin eyaletlerinde, zabıta işlerini tımarlı sipahiler yürütmekteydi. 2. Mahmut bu teşkilatın askerleriyle yeni bir inzibat kuvveti kurmaya çalışmış, çeşitli yerlerde alaylar kurmuş ve bunların komutasını muvazzaf subaylara vermişti. Bu yeni oluşum zaptiye kadrosunun da temelini oluşturmuştu.

Osmanlı’da zaman içerisinde güvenlik hizmetini farklı kurumların yerine getirmeye başlamıştır. Güvenlik hizmetlerini; kazalarda subaşılar, sancaklarda sancak beyleri görev yapmışlardır. İstanbul da ise emniyet ve asayiş hizmeti farklı bir anlayışla, ancak yarı askerî bir kolluk kuvveti olan, “Karakullukçu” denen yeniçeriler vasıtasıyla sürdürülmüştür. Kolluk görevlileri aynı zamanda askerî inzibat görevini de yerine getirirlerdi. Yeniçeri Ağası emniyet ve asayişten sorumluydu. Yeniçeri Ağaları zaman zaman İstanbul’da kol gezerek şehrin asayişini ve düzenini sağlamakla görevliydiler.

1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra İstanbul ve Anadolu’da ayrı kolluk teşkilâtları ortaya çıkmıştı. İstanbul’da yeniçeriler sarayın dışında, cebeciler saray çevresinde, kaptan paşalar Kasımpaşa çevresinde emniyet ve asayişin sağlanmasından sorumlu olmuştu.

Anadolu'da ise subaşılık teşkilâtı devam etmiş bunun yanında emniyet ve asayişin sağlanması için şehir kasaba ve köylerde kullukçular, yol ve geçitlerin güvenliği için derbent teşkilatı görev yapmıştı. Tımarlı subaşı ise sancak beyinden sonra sipahilerin en önemli subayıdır. Görevi bulunduğu eyalet ve sancak merkezlerinin idare amirliğidir. Bunların dışında, şehir dışında asayişi sağlayan kır serdarları ve cezaevlerinden sorumlu tomruk ağaları yaptıkları görevlerle kolluk tarihinde asayiş sisteminin ilk örneklerini oluşturmuştu.

Devamı
DÜNYA'DA TERÖR OLAYLARI

Terörizm eski çağlardan beri vardır. Ancak bu tehdit asıl olarak 20. yüzyılda yükselmiştir. Bu yüzyılda terörizm ve teröristler büyük bir patlama yaptılar. Kitlesel tahrip gücü yüksek silahların ortaya çıkması ve teknolojide özellikle de bilgi teknolojisinde yaşanan hızlı gelişim terör eylemlerinin şeklini değiştirdi, yıkıcılığını artırdı. 1990'lı yıllara gelindiğinde ise beklenen tarzda bir saldırının gerçekleşme ihtimali arttı.

Özellikle de SSCB’nin yıkılması ve sahip olduğu nükleer silahlar üzerindeki denetimin zayıflaması, bu kaygıları artırdı. İnternetin gelişimi ve yaygınlaşması sonucunda her türlü bilgiye ulaşımın kolaylaşması bu kaygının daha da artmasına neden oldu.

Yakın zamanlarda biyolojik silah kullanılarak gerçekleştirilen bazı terörist eylemler biyoterörizm tehlikesinin boyutlarını da ortaya koydu. Günümüzde teröristler, basit bir laboratuvarda ve deneyimli bir kimyagerin yardımıyla binlerce insanı tehdit edebilecek bir biyolojik silah yapabilmektedirler.

Bunun ilk örneklerinden biri, 1984 yılında ABD’nin Oregon eyaletindeki bir kasabada restoranlarda yemek yiyen 750 kişinin zehirlenmesi oldu. Bu olaydan, o bölgede faaliyet gösteren ve Oregon yerlileriyle çatışma içinde bulunan bir terörist örgütün sorumlu olduğu ortaya çıkarıldı. Örgüt üyeleri çiftliklerinde yetiştirdikleri salmonella bakterilerini, bölgedeki dört restoranın salata barlarına yaymışlardı.1995 yılında Tokyo metrosuna “sarin” adı verilen kimyasal silahla düzenlenen saldırıysa, terörizmin halkı ne kadar yakından tehdit eden bir tehlike olduğunu gözler önüne serdi. Üstün Gerçek adlı sapkın bir tarikatın düzenlediği bu terörist saldırı da 12 kişi öldü, 5500 kişide yaralandı. Daha sonra yapılan araştırmalar bu tarikatın kendi laboratuarlarında biyolojik silahlar üzerinde çalıştığını ortaya koydu.

Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Afrika’ya kadar dünyanın dört bir yanında terörist bombalamalar, kundaklamalar, uçak kaçırmalar, rehin almalarda büyük bir hızla devam etmektedir. Örneğin İspanya'nın Bask Bölgesi’nin bağımsızlığı için mücadele ettiklerini iddia eden ETA (Euskadi Ta Askatasuna) teröristleri, 1962 yılından bu yana İspanya’da çok büyük terör eylemlerine imza atmış, 800'den fazla insanın ölümüne neden olmuştur.

İngiltere’nin Kuzey İrlanda’dan çekilmesini, İrlanda Cumhuriyeti Hükümeti'ni devirip, sosyalist bir cumhuriyet kurmayı hedefleyen IRA, çeşitli kaçakçılık, soygun ve haraç olaylarına karışmıştır. Genelde Kuzey İrlanda ve başta Londra olmak üzere İngiltere içinde eylemlerde bulunmuş olan IRA, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde de çeşitli bombalama olaylarına karışmıştır. IRA’nın 1969 yılından bu yana gerçekleştirdiği terörist saldırılarda, her iki taraftan 3200’ün üzerinde insan hayatını yitirmiştir.

Dünyanın en kanlı terör örgütlerinden biri de, Peru’da faaliyet gösteren Marksist-Leninist-Maoist gerilla grubu Aydınlık Yol’dur. 1960’lı yıllarda felsefe profesörü Abim el Guzman önderliğin de kurulan örgüt, ilk yıllarda herhangi bir siyasi hareket gibi değerlendiriliyordu. Ancak Aydınlık Yol 1970’li yıllarda dünyanın en vahşi gerilla örgütlerinden biri haline geldi. Örgüt lideri Guzman’ın şiddet yanlısı açıklamaları çok dikkat çekiciydi. Abimael Guzman 19 Nisan1980’de yaptığı bir konuşmada “Gelecek, silahlarda ve toplarda yatmaktadır.”' diyordu. Bir Aydınlık Yol gerillası ise “Kan bizi daha da güçlü kılmaktadır ve eğer akıyorsa bize zarar vermez, aksine güç verir” şeklindeki sözleriyle şiddeti yüceltiyordu. Örgüt, mücadelelerinin temelinin şiddet üzerine kurulu olduğunu açıkça ifade ediyor ve ülkede şiddetin nasıl artırılabileceğini tartışıyordu. Sonuçta 23.000’in üzerinde insan, yaşanan gerilla savaşında hayatını kaybetmişti.

Terör; Angola, Uganda, Nijerya gibi Afrika ülkelerine, İngiltere, İspanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerinden Sri Lanka, Tayland, Japonya gibi Asya ülkelerine, Ortadoğu ülkelerinden Latin Amerika’ya kadar Türkiye dâhil birçok ülkede terör binlerce insanın canını yakmakta ve çok büyük kayıplara neden olmaktadır.

 

 

Devamı
KRISTOP KOLOMB VE YANDAŞLARININ KATLİAMLARI

1492′de keşfedilen Amerika Kıtası, bu tarihten itibaren insanlık tarihinin en büyük cinayetlerine sahne olmuştur.

ABD, resmi olarak 4 Temmuz 1776 tarihinde Kızılderililerin kanları üstüne kurulmuştur. Her Kızılderili’nin öldürülmesi için resmi olarak 5 dolar ödeyen ABD toplamda 70 Milyon Kızılderili’yi katletti.

Avrupa’nın vahşi devletleri olan İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler, buradaki yerli halkları akıl almaz şekillerde katletti ve soykırıma tabi tuttular. Amerika’nın yerlisi olan Kızılderililer ve Afrika’dan köle olarak getirdikleri siyah derililerin kanları üstüne kurulan Amerika bugün de aynı vahşetlerini dünyanın tüm coğrafyalarında devam ettiriyor.

Altın Uğruna Katliamlar

15. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da çok az altın bulunuyordu. Para olarak basılan altın külçeler genişleyen ticareti karşılayamadığından para kıtlığı içine girilmişti. Kapitalistler yatıracak sermaye bulamıyorlar ve yüksek faiz ödemek zorunda kalıyorlardı. Dolayısıyla Avrupa’nın, altın açlığı ve susuzluğu denilecek kadar umut kırıcı ölçüde altına ihtiyacı vardı. Böylece Avrupa altın ya da zenginlik kaynağı olabilecek yerler aramaya koyuldu. Bu mücadelede kilise de yer aldı. Öyle ki, Papa, 1454’den başlayarak, Afrika ve Hindistan’ın Portekizlilerin tekelinde olduğunu resmen ilan etmişti.

Afrika kıtası, Avrupalı sömürgeciler için ilk basamak olmuştur. Portekizliler bu kıtada oldukça bol fildişi, köle ve devekuşu tüyü bulmalarına rağmen, ne baharat ne gümüş ne de altın onları tatmin edecek seviyedeydi. Ancak kaynakların istenilen seviyede olmaması onların hırslarını daha da arttırdı. Avrupa adeta gözlerini açmış altın düşlüyordu.

 Altın, Amerika kıtasında 1492’den itibaren Kızılderililerin üzerinde fark edilmişti. Sanki altının dışında hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu ve bu altını ele geçirmek için de hiçbir fedakârlıktan kaçınmadıkları gibi, her türlü zulüm ve alçaklıktan da geri kalmıyorlardı. Hazinelerin varlığı konusunda bilgi elde etmek için on binlerce yerliye işkence uygulamaktan ve onları kılıçtan geçirmekten çekinmediler Azteklerin hazinesinin korunduğu gizli yeri bulabilmek için yerlilerin lideri olan Cauhtemoc’a sözlerle anlatılamayacak şekilde işkence yapıldı, ne var ki Cauhtemoc konuşmadı. Cortes, Cauhtemoc ile başaramadığını Montezuma’nın yardımıyla sağladı. Hazineye el koyduktan sonra, dökümünü yapmak tam üç gün sürdü. Bundan sonra da Cortes ganimetteki sanat değeri bulunan eşyaların büyük bölümünü eritti. Sanat hazineleri böylesine aptalca, düşüncesizce yok olup gitti.

Hırsları kamçılanarak buldukları altın haykırışı kısa sürede yankılanarak; başıboş yığınların bu kıtaya hücum etmelerini tahrik edecektir. Bunlar artık denizciler ya da hayalperestler değil de, servet avcılarıdır. Artık tüccarlar değil de çok basit olarak hırsızlardır.

Altınla, yolculukların masraflarının karşılanmasına, baharat satın alınmasına, hükümetlerin denetlenmesine, bakanların ve piskoposların istenildiği gibi çalıştırılmalarına tek başına imkân sağlayacaktır. Bir yüzyıldan fazla bir süre boyunca, gümüşle birlikte Amerika'nın yegâne ihraç kalemi altın olacaktır.

Kara geyik adlı Kızılderili’nin yürek yangınının alevi dudak arasından şöyle çıkmaktadır: 

“… O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hala o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet... Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç…”

Kristop Kolomb’la birlikte ise altın madeni adeta bir “ilah” haline geliyordu. Nitekim Kolomb 1492’de gözleri büyülenerek haykırıyordu: “…Altın harika bir şey! Ona sahip olan istediği her şeyin efendisidir! Altın sayesinde ruhlara Cennetin kapıları bile açılabilir...”

 İşte Kolomb ve yandaşları yeni kıtaya doğru yol alırken, sarı ilahları elde etmek için yeni kıtaya ayak basmışlardı.

Kolomb’un hayatı yaptıklarının diyetini ödeyerek son bulmuştur. Kolomb, hayatının sonlarına doğru Yenidünyanın kıyılarında her gün biraz daha çıldırarak dolaşıp durdu. Gemisisin küpeştesi üzerinde asileri astığı bir darağacı bulunuyordu. Onu o kadar sık kullandı ki bir ara kendisini zincirleyip Cadiz’e geri götürmek zorunda kaldılar. Son seferinde tayfaları uçsuz bucaksız kıyılarda Ganj nehrinin ağzını arayan kaptanlarının eklem iltihabından iki büklüm olmuş bir bedenle ve darma dağınık saçlarının perdesi altından bakan çılgın gözlerle güvertede topallayarak dolaşmasını korkuyla seyrettiler, Sonunda ağır yoksulluk içinde bocalayarak hayatı son buldu.

Kolomb’un Amerika’yı keşfi bir ilk olarak sunulmuş ise de esasında ilk olan keşif değil, bu muazzam kıtanın tamamının sarı ilah olarak gördükleri altına kurban edilmesidir. Zira Braudel’in de belirttiği gibi açık denizin fethi, ilk kez onlar tarafından gerçekleştirilmemiştir.

Esasında, Fenikeliler Vasco de Gama’dan 2000 yıl önce, Firavun’un isteği üzerine Afrika çevresini dolaşma işini başarmışlardı. Yine İrlandalı denizciler Kolomb’dan yüzyıllarca önce, 690’a doğru Feroe adalarını keşfetmişlerdi ve İrlandalı keşişler 795’e doğru İrlanda'da karaya çıkmışlardır ki, Vikingler burayı 860’a doğru yeniden keşfedeceklerdir. Bir başka keşfin Müslümanlar tarafından yapıldığı bilinmektedir.

Müslüman coğrafyacılar, Afrika kıtasının denizden geçilme imkânından söz etmişlerdir. Müslüman denizci veya seyyahların sağladıkları bilgiler, her halükârda Hıristiyan âlemine kadar sızmıştır. Müslümanların bu keşfin peşinde gitmemelerinin sebebi gayet basittir. Zira Süveyş kanalına sahip olan Müslümanlar, neden Ümit Burnu yolunu arasınlar ki? Ve buralarda ne bulacaklardı? Altın, fildişi vs. Müslüman şehirler ve tüccarlar tarafından zaten Zanzibar kıyılarından ve Sahra üzerinden Nijer boynuzu taraflarından elde edilmekteydi.

Altın Müslümanlar için Avrupalıların yüklediği manadan çok uzaktı. Kanaatkârlığı, yardımlaşmayı, dağıtmayı, cömertliği emreden bir dinî anlayış, altına karşı mesafeli yaklaşıyordu. Türk dünyasında başlı başına bir iktisadî teşkilat olan Ahilik, Batı zihniyetinin tam zıddına ahlâkî kaideler geliştirmişti. Öyle ki, bir Ahinin eli, sofrası ve kapısı açık olmak zorunda idi. Yani cömert olacak, aç geleni tok gönderecek ve misafirperver olacaktı.

1520’de tapınaklardan çalınan ve madenlerden veya nehirlerden çıkartılan toplam altın miktarı otuz ila otuz beş ton arasındadır; bu toplama işlemi adalardaki on binlerce Kızılderili'nin hayatına mal olmuştur.

Öyle ki mesela Guaxaca madeninde çalışma şartları öylesine öldürücüdür ki, madenin çevresinde, çapı iki kilometrelik bir alanda, iskeletlerin ve cesetlerin üzerinde yürümek gerekmektedir. Bu şekilde, işgalciler, haydutlar ve köle avcıları olarak gelmişler, sömürgeci ve tüccarlar olarak kalmışlardır.

Büyük şair Mehmet Akif Ersoy’da vicdanından yükselen haykırışını dile getirdiği “Tek dişi kalmış canavar” şeklinde ifade ettiği medeniyetin portesi. Zira Avrupa; dökülen kanlarla, yığılan cesetlerle, çalınan servetlerle, sömürülen topraklarla, gasp edilen alın terleri ile bina edilerek yükselmiştir.

Bir medeniyet binası yükselmiş, fakat binlerce yıl boyunca medeniyet birikimine ve geleneğine sahip onlarca medeniyeti ve toplumları yok etmiştir.

Not: Özkan Karaca, Kanlı Şarap, Küflü Ekmek: Sömürgecilik, MSN Yayınları, 2017.            kitabından derlenmiştir.

 

Devamı
ESKİ TÜRKLERDE GÜVENLİK TEŞKİLATI

Tarih boyunca kurulan Türk Devletleri, güvenlik ihtiyacının karşılanmasına büyük önem vermişler ve bu maksatla çeşitli güvenlik kurumları oluşturmuşlardır. Askerî yapıda olan bu kurumlar barış dönemlerinde emniyet ve asayişi sağlarken, gerektiğinde savaş dönemlerinde dış tehditlere karşı kullanılmışlardır.   

Dünya devletleri ile karşılaştırıldığında, Türk milletinin teşkilatlanma geleneğini koruyarak istikrarlı ve uzun ömürlü devletler kurduğu tarihi kayıttır. Türkler, tarih sahnesinde yer almaya başladığından bu yana, halkın güvenlik ve huzur içinde yaşaması için zamanın şartlarına uygun yasalar çıkarmışlardı. Türkler, asayiş ve kolluk görevlerini çıkardıkları yasalarla desteklemişlerdir.

Oğuz Kağan’ın, açık ve sade yazılmış gelenek ve göreneklerin birleşmesinden oluşan, yasa ve emirlerin yer aldığı “Oğuz Töresi”, Cengiz Han’ın halkını adaletle yönetmek için kısmen gelenek ve göreneklerin kısmen de imparatorluğun gereksinimlerine yönelik toplumu öğütleyerek yasalar bırakmışlardı.

Bir nevi vasiyet edilen öğütler toplumun kalbine işleyerek yerleşmişti. Bu yasalarda kuşaklar boyu dilden dile aktarılarak, vesikalara yazılarak uzun zaman yaşatılmıştı.  Emniyetin ve huzurun sağlanması için yasaların uygulanması için de gerekli güvenlik teşkilâtlarını kurarak ve askerî güçlerini kullanarak yerine getirmişlerdi. Türkler göçebe hayatı sebebi ile sürekli düşmanlarla karşılaştığı için, asayiş tarihleri ile askeri tarihleri daima iç içe olmuştur.

Türklerde devlet geleneği, tarihin en eski devlet ve ordu kurucularından olmaları nedeniyle, binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Ülkelerinde dirlik ve düzenliğin korunmasına büyük önem veren Türklerin, bu düzeni sağlayacak kolluğun en etkili şekilde oluşturulmasında titiz davranırlardı. Her ne şartta olursa olsun sefere veya savunmaya gidilse bile kuvvetin onda biri geride emniyet ve asayişi sağlamak üzere bırakılırdı.

Türkler, asayiş hizmetlerini yürütürken tepeler üzerinde düşmanı gözetlemek için yerler yapmışlar ve bu gözetleme yerlerine “karakol” adını vermişlerdir. Düşman belirince buralarda ateş yakmak suretiyle işaret verirler ve kısa bir süre içinde merkezi tehlikeden haberdar ederlerdi. Gözetleme kuleleri, Peçenek Türklerinde  “karaku- katay” olarak adlandırılmaktaydı.                 

Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra kurdukları devlet yapılarında, zabıta ve asayiş konularında İslam kültüründen izleri taşıyarak sürdürmüşlerdir. Türkler, Anadolu'ya yerleştikten sonra, Anadolu Selçuklularının idaresi altında büyük bir kültür varlığına sahip siyasî ve askerî güç meydana getirerek fikir ve sanat bakımından da üstün bir medeniyet oluşturdular.

Uygulamış oldukları tedbirler sayesinde Anadolu’da, emniyet ve asayiş bakımından o zamana kadar hüküm süren karışıklıklara son verilmiş oldu.

Hemen hemen bütün Türk-İslam devletlerinde cezaî, mülkî ve yargı yetkilerini kendisinde toplayan kadılar, devletin aslî unsurlarından biri olmuştu. Kadılar, şehirlerin başında mülkî ve askerî yetkilerle donatılmış olan subaşılarla sıkı bir işbirliği yaparak emniyet ve asayiş meselelerinde karar makamı durumundaydı.

Subaşıların, icra ettiği görevlerin, günümüzün jandarma görevlerine benzer olduğu görülmektedir. Subaşılar, bugünkü jandarmada olduğu gibi, savaş döneminde düşmana karşı savaşırken, barış dönemlerinde bulundukları bölgelerde devlet adına kamu düzenini ve güvenliği sağlamışlardır. Türklerin asayiş ve zabıta tarihinde önemli bir role sahip subaşıyı, tarihimizde ilk “zabıta amiri” olarak nitelendirmek mümkündür.

İlk Türk devletlerinde zabıta hizmetleriyle ilgili olarak karşılaşılan ikinci terim “daruga”dır. Gerek Türklerde ve gerekse Orta Asya Moğollarında inzibat amirine “damga” denmiştir.

Timur ve Orta Asya Türkleri arasında bu söz, “emniyet müdürü” karşılığı olarak kullanılmaktaydı. Bu unvanda bugün dahi bazı yerlerde kullanılmaktadır.

 

Devamı
TARİH BOYUNCA TÜRK ORDUSU

Türk milleti, tarih sahnesinde uzun yıllar boyunca kesintisiz yer almış, irili ufaklı yüzlerce devletler kurmuştur. Bu devletlerin hâkimiyet süreleri farklılık göstermesine rağmen, hemen hepsinin en göze çarpan niteliği askerî karakteri olmuştur.

Tarihin ilk bilinen devirlerinden itibaren Türkler; ordu düzenine ve eğitimine özen göstermişlerdir. Talim görerek çevik kalan, her şartlara hazırlıklı bulunan ve savaş disiplinden en ufak taviz vermemiş olan ordularının sayesinde devletler kurmuşlardır. İlk kez Mete Han tarafından M.Ö. 209 yılında kurulan “Türk Kara Ordusu” Türklerin Ordu Kuvvetlerinin başlangıcı kabul edilerek,  dünden bu güne ulaşan “Türk Kara Kuvvetleri” kurumudur. Bu yönüyle Türk Kara Kuvvetleri, dünyanın ilk ve en eski düzenli ordusu niteliğini taşımaktadır.

Tarihte ilk defa Mete Han tarafından, aşiretleri birer tümen olarak gruplandırmış, her aşireti de biner, yüzer, onar kişilik birliklere bölmüştür. Sayı itibarıyla 10.000 atlıdan oluşan en büyük birlik, “Tümen” olarak adlandırılmıştır. Tümenler binlere, binler yüzlere, yüzler onlara ayrılmış, her birinin başına Tümenbaşı, Binbaşı, Yüzbaşı ve Onbaşı rütbelerine sahip birer komutan görevlendirilmiş ve aşağıdan yukarıya doğru emir-komuta zinciri içerisinde birbirine bağlanmıştır.

Mete Han ile tarih sahnesine çıkan bu teşkilatlanma modeli günümüze kadar uzanan yelpaze içerisinde, Türk milleti toprak bütünlüğünü ve Devlet geleneğini sürdürebilmiştir. Tarihte Türk ordusu uzaktan atılabilen silahlardan sapan, ok ve yay ile donatılmıştı. Geliştirdikleri; topuz, mızrak, kılıç ve kargı da muharebenin özelliğine göre kullanılmaktaydı. Hun’lar atıldığında ses çıkaran bir ok icat ederek düşman üzerinde psikolojik baskı sağlamışlardı.

Türklerin bilinen ortalama 5000 yıllık tarihinin tamamına yakını sıcak savaşlarla geçmiştir. Bu uzun süre içerisinde, yabancı birçok tarihçilerinin daha sonra adını koydukları strateji ve taktik esaslarının, Türkler tarafından başarı ile uygulandığı tozlu arşivlerden çıkan araştırmaların sonuçlarına dayanılarak yazılmaktadır. Türkler, hemen her defasında düşmanla arasında sayı bakımından aleyhine büyük dengesizlikler olmasına rağmen, büyük zaferler ve kazançlar elde etmeyi başarmışlardır.

Ordu millet bütünleşmesinde olan Türklerin en büyük hususiyetlerinden birisi de savaşçılıklarıdır. Barış zamanında günlük işleriyle meşgul olan halk, savaş zamanında çoluğundan çocuğuna top-yekûn seferberlik halinde bulunuyorlardı.

Askeri strateji sanatı örnekleri Türk savaş tarihinde de pek çok örneklere ve kaynaklara sahiptir. Türk tarihine ait kaynaklardan öğrendiğimize göre, savaş ve ordu komutanlığı sadece erkeklerin işi değildir. Kadınlar da birliklere veyahut da ordulara komuta edebildikleri gibi, at üstünde okları, yayları ve kılıçları olduğu halde savaşlara katılıyorlardı. 

Çağlarına göre daha modern silah, sistem ve taktikleri kullanmışlardır. Nitekim Mete Han tarafından dünya askerî teşkilatına kazandırılan “onlu sistem” yanında atın üzerinde manevra kabiliyetini artıran pantolon ve ceketlerin kullanımı, savaşlarda ağır teçhizatlı düşmanların paniklemelerine neden olan hafif süvari birlikleri, “sahte ricat” taktiği ve ıslıklı okların kullanımı bunların başında gelmiştir.

Öncelikle Çin olmak üzere göçler nedeniyle; Roma, Bizans ve diğer Avrupalı milletler de, çoğu kez Türk ordu teşkilatı ve teçhizatını örnek almışlardır.

M.Ö. 3000’lerden itibaren askeri birliklere sahip olan Türklerin, bu güçleri sayesinde sürekli Çin sınırlarına taarruzlar yapmışlardır. Eğer düzenli bir orduya sahip bulunmasalardı, Çin imparatorluğu Türklere karşı M.Ö. 9. asırdan itibaren yapımına başlanan Çin Seddi’ni meydana getirmek zorunda kalmazdı.

Türklerin yüzyıllar boyu uyguladığı pek çok strateji ve taktiksel çarpışmalar Batılılar tarafından taklit edilmiştir. Türk devletlerince devam ettirilen ordu-devlet yapısı zamanla Türk toplumunca kemikleşerek bedenleşti. İslâmiyet’in kabulünden sonra İslâm ordu yapısından büyük ölçüde etkilenmişse de, atlı süvari geleneğini muhafaza etmiş, bir anlamda Türk ve İslam ordu geleneğini bu bedende ruh bularak sentezlenmiştir. Selçuklu Devleti’ne kadar geçen zamanda, Karahanlılar, Gazneliler, Tulunoğulları gibi devletlerde aşama aşama gelişen bu ordu yapısı Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla birlikte, yeni bir evreye girmiştir.

Türk ordusunun ve milletinin savaşa daima hazırlıklı bulunmasının nedenleri arasında, Orta Asya bozkırlarında yaşamanın güçlüğünün yanı sıra, onların sosyal hayatıyla da alâkalıdır. Ekonomilerinin esası konar-göçer hayvancılığa dayalı olan Türkler, zaten yılın yarısından fazlasını hayvanlarının peşinde, dağlarda ve yaylalarda geçirdiğinden, bünye olarak sağlam bir yapıya sahiptiler.

Türk insanı çocukluklarından itibaren koyunların üzerinde ata binmeyi, yay ve oklarla kuşlara nişan almak suretiyle atıcılığı öğreniyorlardı. İyi birer savaşçı olmaya mecburdular, çünkü harp ganimetlerinden elde edilen gelirler de önemli bir meblağ tutuyordu. Yine bu süvarilerin en önemli özellikleri çok hızlı olmalarıydı ve hepsinin bir de yedek atları bulunuyordu. Adeta rüzgârla yarışıyorlardı.

Türklerin harp usulleri de çok ilgi çekmiştir. Bu hususta geçmişte ve günümüzde birçok araştırma yapılmıştır. Eski Türkler savaşa başlamadan önce, esas kuvveti saklama ve yedek güç ayırmaya büyük önem veriyorlardı. Tarihte Türk savaş taktiği “Kurt Kapanı”, “Kaz Ayağı” ve en çok bilinen şekliyle “Turan Taktiği” olarak anılmıştır.

Turan taktiğinin en büyük hususiyeti sahte harekâttır. Düşmanla karşılaşılmadan evvel Türkler, savaş meydanının sağına ve soluna birtakım kuvvetlerini saklarlardı. Daha sonra düşman ordusu Türk akıncılarıyla karşılaşıp, onların da geri çekildiğini görünce, bütün güçleriyle saldırırlar, bu geriye çekiliş esnasında dahi arkalarına dönerek çok mükemmel ok atabilirlerdi. Ayrıca, Türk-Hunlar savaşa girmeden evvel hasımlarını ok atışlarıyla yıpratıyorlar ve bunu onları yorana kadar sürdürüyorlardı.

 

 

Osmanlı Ordusu

Osmanlı Ordusunun en kuvvetli temel taşı Türk gençlerinden oluşan “Tımarlı Süvariler” ile yaya unsuru olan “Azaplar” idi. Azaplar muharebede merkez ordusunun önünde bulunup ilk düşman hücumunu karşılarlardı. Bunların gerisinde toplar, toplarında gerisinde Yeniçeriler dururdu. Savaş başladığında Azaplar sağa ve sola açılarak Topçu ateşine imkân verirlerdi. Bu kuvvetlerin haricinde hafif süvari kuvveti olan ve düşman topraklarında keşif, istihbarat ve akın harekâtı yapan “Akıncılar” bulunmaktaydı. Geri hizmet birlikleri ise Yayalar, Müsellemler, Cerahur veya Serahurlar (yol açma, kale yapma gibi işler için), Canbazlar ve Tatarlar (işçi birlikleri)’dan meydana gelirdi.

Osmanlı Devlet teşkilâtında ordu; Orhan Gazi devrinde aşiret kuvvetlerinden daimî orduya geçildi. Ordu; Kapıkulu Ocakları, Eyalet Askerleri ve geri hizmet kıtalarını meydana getiren; Tımarlı Süvari, Azaplar, Yayalar, Yörükler, Müsellemler, Akıncılar ve Conbarlardan teşkil edilirdi.

 Osmanlı Ordusunun savaş düzeni klasik Türk tertiplenmesinde olduğu gibi merkez, sağ ve sol kol olmak üzere üç kısım halinde idi. Bunların önünde kademeli öncü kuvvetleri ve geride ise ağırlıklarla Artçılar gelmektedir. Akıncıların gerisinde yol açmak, köprü tamir etmek ve kılavuzluk için Kazmacılar görevlendirilmiştir. Bunların arkasında hafif piyadeler ve ordunun ileri karakolları bulunurdu. Hilalin iki ucundan Tımarlı Sipahi giderdi.  Padişah veya Vezir-i Azam hilalin tam ortasında olur, Yeniçeriler Padişahın önünden giderdi. Padişahın arkasında saltanat bayrakları, sağında vezirler solunda ise kazaskerler yer alırdı. Duruma göre yeniçerilerin önünde toplar olurdu. Ordunun hızlı müdahale etmesi için savaş esnasında ön taraf hilal şeklinde bir miktar açık bırakılırdı. Savaş esnasında askerin gerilemesine ve kaçmasına mani olmak için ordu etrafında atlı çavuşlar bulunurdu.

Osmanlı Orduları hiçbir zaman esaslı bir hazırlığı olmadan sefere çıkmazdı. Toplanma bölgeleri, konaklama ve yürüyüş güzergâhı ile ilgili keşifler yapılırdı. Menzilname veya Ruzname denilen savaş ceridelerine hangi gün ne yapıldığı, hava durumu vb. her şey not edilirdi. Bu defterler Padişaha ve ilgililere ulaştırılarak memleket içinde olan biten her şeyden haberdar olunurdu. Osmanlılar genelde savaş için yaz aylarını tercih ederlerdi. Nisan - Mayıs aylarında toplanır, harekâta başlar, sonbaharda dönerdi. 

Düşman ordusu hedef olarak seçilir, üzerine gidilerek aranır ve nerede bulunursa taarruz edilirdi. Osmanlı komutanları basmakalıp savaş usulleri kullanmazlar, duruma göre tertip alır ve düşmanı baskına uğratmaya çalışırlardı.

Osmanlı ordusunun teşkilatlı bir şekilde ortaya çıkışı ise, Sultan 1. Murat zamanında olmuştur. Tarihte ilk süvarili ordu olma niteliğini taşıyan Osmanlı Ordusu, önceleri yalnızca Atlı Akıncılardan oluşmakta iken, daha sonraları yaya birliklerin de katılmasıyla Yeniçeri Ocağı adı altında sürekli bir yapıya dönüştürülmüştür. İmparatorluğun yükseliş dönemlerinde elde edilen zaferlerde Yeniçeri Ocağı önemli rol oynamıştır.

Devamı
TÜRK SAVUNMA SANAYİSİ

Her türlü mücadelede esas olan savaşmadan kazanmaktır. Sun Tzu’nun “Düşman ordularını savaşmadan yenmek en büyük ustalıktır” ifadesinde diplomasi ve caydırıcılığı bulmak mümkündür. Ancak Clausewitz’te bu görüşün “mutlak zafer” bağlamında; bir tarafın siyasi hedeflerine ulaşması için en kısa yol olarak düşman kuvvetlerinin yok edilmesi gerektiği düşünülür. Her iki durum için de geçerli olan durum; etkili bir askerî güce sahip olmaktır. Bu amaçla devletler ya da günümüzde silahlı gruplar, yüksek teknoloji ürünü, en modern ve en etkili silah sistemlerine sahip olmak amacıyla silahlanmaya büyük kaynak ayırmaktadırlar.

Modern savaşın başlangıcı olarak kabul edilen, barutlu silahların kullanılması, savaş kronolojisi bakımından bir dönüm noktasıdır. Bu kronolojide en önemli üç husus; bordadan ateş edebilen büyük gemilerin geliştirilmesi, barutlu silahların gelişimi ve bunlara karşılık olarak toplarla ateş edebilen kalelerin gelişimidir. Bu gelişmelerden önce uzun ve az kayıplı olan savaşlar, daha kısa sürede sonuçlanan ve büyük kayıpların olduğu savaşlara dönüşmüştür.

Ülkeler, kendi iradelerini kabul ettirmek ya da başkalarının iradelerine boyun eğmemek için silahlanma yarışına girmektedirler. Uluslararası sistemdeki konumunu zayıflatmak istemeyen ya da daha da güçlendirmek isteyen ülkelerin millî bütçelerinden ayırdıkları kaynaklar oldukça büyük miktarlara ulaşabilmektedir. Dünyada, her yıl yaklaşık yarım trilyon dolar üzerinde silah pazarı oluşmaktadır.

Askeri caydırıcılık, ülke savunmasında ve uluslararası ilişkilerde en önemli yaptırım unsurudur. Millî savunma politikalarının asıl amacı caydırıcılığı en üst düzeye çıkarmaktır. Günümüzde askerî caydırıcılık niteliğe dayanmaktadır. Günümüzde savunma sistemleri yazılım yönünden de yüksek teknoloji ürünleridir. Bu sistemler, ihtiyaç duyulan yer ve zamanda süratli, esnek ve güvenilir bir şekilde kullanılabilmektedir. Yeni etkinlik kriterlerini içeren yeni nesil savunma sistemleri millî bir teknolojik güç meydana getirmektedirler. Bu teknolojik güç doğrudan millî güvenlik unsuru olarak görülmektedir. Türkiye’nin teknolojik gücünün etkisiyle millî savunma sanayisi gelişmektedir. Ülke kendi ihtiyaçlarına cevap verecek en iyi yöntemlerden oluşan millî savunma politikalarını benimsemiştir.

2014 yılına kadar otoriteler tarafından dünyanın 5 ila 7’nci büyük ordusu olarak derecelendirilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin istenen üstün muharebe yeteneklerine kavuşturulması çabası, Türk savunma sanayinin gelişiminde, birinci derecede belirleyici olmuştur. Nitekim yakın zamana kadar Türkiye’nin savunma harcamalarının Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’ya oranı ile NATO üyeleri arasında üst kademelerde yer almıştır.

Devamı
SAVAŞIN TANIMI

Tarih boyunca insanoğlu daha iyi savaşabilmek için elindeki teknolojiyi kullanarak silah üretmeye başlamış; ok ve kılıçla başlayan bu çaba nükleer silahlara ve uzayın fethine kadar ulaşmıştır. Geleneksel anlamda bu silahlanma yarışında son sözü daima teknoloji söylemiş ve daha üst teknoloji ürünü silahları savaş meydanlarına getirebilen taraflar çoğu zaman savaş alanından zaferle çıkmıştır. Ordular tarihsel süreçte yapı, teknoloji ve kültür temelinde, hem ulusal hem de ulus ötesi şartların etkisiyle değişerek bugüne ulaşmıştır.

Eşit teknoloji bakımından denk güçteki tarafların savaşlarında; eldeki teçhizatı ve personeli stratejik hedefler doğrultusunda verimli kullanarak, daha iyi sevk ve idare eden taraf savaşı kazanmıştır. Bu sonuç tarih içinde liderlik, askeri doktrin ve strateji üretmeye zorlamıştır. Bu çabanın sonucu olarak savaş stratejileri ve uygulanan doktrinlerde önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Kısaca, değişen “teknoloji” ve “strateji” nasıl savaşıldığını belirleyen iki önemli faktör olarak savaşın evrimindeki temel nedenler olmuştur.  

Kuvvet kullanma bakımından devletlerarasındaki ilişkiler, birbirinin devamı olan savaşın ve barışın durumu üzerinden süregelmektedir. Bu ortamda, savaş, birden fazla bilimsel disiplini kapsayan yapısı ve tarihsel süreç içerisinde kazandığı yeni boyutlarla giderek daha karmaşık bir mahiyet kazanmaktadır.

Savaş, uluslararası ilişkilerde tüm diplomatik yollar tükendiğinde nihai sorun çözme vasıtası olarak görülmüştür. Yine geleneksel görüşe göre savaş aslında öncesindeki ve sonrasındaki siyasi süreçten farklı ve bağımsız bir olgu değildir. Tam tersine sorunların çözülmesinde devletlerin elindeki en son politik araç olarak bir başka politikanın devamıdır.

İlk olarak, bütün askerî ya da silahlı çatışma eylemlerinin savaş kabul edilemeyeceğini belirtmek gerekir. Silahlı kuvvetlerin fiili olarak çatıştıkları ortamın adı “muharebedir”. Bu nedenle “kuvvet kullanma” hâlini geniş bir kavram olan “silahlı mücadele” olarak algılamak gerekir.

Sefer; seferberliği ve savaş hâlini ifade eder. Genellikle ülke dışındaki topraklarda yapılan savaşlarda, ordunun toparlanması, ikmal ve bütünlemesinin, yığınak ve intikalinin yapılması gibi hazırlıklarla başlayıp muharebelerin bitirilmesiyle son bulan dönemdir. Uluslararası ilişkilerde askerî gücün millî hedeflere ulaşmada ve amaçları gerçekleştirmede kuvvet kullanım aracı olarak görülmesi, tarih öncelerine dayanmaktadır. Geleneksel güvenlik anlayışı denildiğinde akla ilk olarak strateji ve askerî meseleler gelmiştir.

Geçmişte geleneksel sert güç kavramı; millî meseleleri sürekli askerî güç üzerine bina ederek caydırma, zorlama veya harp bağlamında ele alınmış ve ikili veya çok uluslu krizlerin çözümünde diplomasiden ayrı hatta diplomasinin üstünde bir araç olarak kullanılmıştır.

Günümüzde diplomasinin başarısı; politik, ekonomik, askerî ve kültürel alanlarda uluslararası ilişkilerin sağlamlaştırılması ve ikili bağların geliştirilmesi ile ortaya çıkmaktadır. Günümüzün güvenlik ortamında savaşlar; amaçları, izlenen stratejiyi, teknolojinin kullanımı ve coğrafi çerçevesi gibi geçmişte olandan çok daha farklı boyutlarda meydana gelmektedir. 21. yüzyıl, belirsizliklerin arttığı, çok boyutlu, çok yönlü, öngörülmesi güç ve sınır tanımayan asimetrik tehdit ve risklerin yaşandığı yüzyıl olarak karşımıza çıkmaktadır.

Devamı
TARİHİN İZİNDE EVLER ve GELENEKSEL MALATYA EVLERİ

Evleri Allah'ın insanlara bağışladığı birer huzur bulma ve dinlenme yeri olarak tanımlayan Kur'an-ı Kerim'de geçmiş kavimler anlatılırken yahut Cahiliye çağına ait bazı yanlış inançlar düzeltilirken veya evlere girerken izin isteme gibi bir hüküm ortaya konulurken evden söz edilir.

İnkârları sebebiyle helak olan bazı geçmiş kavimlerin daha güzel imar faaliyetinde bulundukları belirtilir ve onların evleri hakkında bilgi verilir. Mesela Ad ve onun mirasçısı Semud kavminin mensupları kayalara ustaca oyulmuş evlerde otururlardı. Sebeliler'in evleri ise iki tarafı bahçeli yapılmıştı.

Helak edilen nice şehirde evlerin damlarının çöküp bunun üstüne duvarlarının yıkıldığı ve yüksek sarayların boş kaldığı hatırlatılarak bu harabelerden ibret alınması istenir.

Evlerin planları ve yapı üslubu üzerinde, coğrafya ve iklim şartları ile mevcut malzemenin büyük etkisi vardır. Eski Mezopotamya ve civarında yer yer taş, tuğla ve kerpiç kullanılarak yapılan evlerin yanında özellikle bataklık kesimlerde kamış türü bitkilerden inşa edilmiş kulübelere rastlanır. Geçmişin izini ortaya çıkaran arkeolojik buluntular gibi, halen Iraklıların bu yapı tekniğini uygulamaları da bunu göstermektedir. Bölgedeki ilk Müslüman şehirleri olan Basra ve Kufe de başlangıçta sazdan yapılmış birer askeri garnizondu. Müslümanlar sefere çıkacakları zaman evleri sökerek kamışları demetler halinde bağlar, savaştan döndüklerinde de tekrar kurarlardı. Yemen gibi sağlam taş malzemenin bulunduğu yörelerde ise yüksek binalar yapılabilmiştir.

Göçebe toplumların evleri yukarıda belirtildiği gibi çeşitli malzemelerden yapılan çadırlardır. Türkler, öküzler tarafından çekilen arabalar üzerine de kurulabilen yuvarlak çadırlarıyla (topak ev) iftihar etmişler, onu kerpiçten yapılan Çin evlerinden daha üstün görmüşlerdir. Türklerin keçeden yaptıkları bu çadırlar kubbe mimarisinin ilham kaynağıdır. Halen Afganistan'da basık, Anadolu'nun Harran yöresinde sivri olarak yapılan kubbeli evler topak evin birer kopyasıdır. Türkler yerleşik hayata geçtikten sonra kerpiçten ve "pişiğ kerpiç" (pişmiş kerpiç) dedikleri tuğladan evler yapmışlardır.

Arapların evleri ikiye ayrılmaktadır; taşınmaz, yapı tarzındaki evler ve taşınabilen çadır tarzındaki evler. Araplar kendilerini oturdukları bu evlerin yapı malzemesine göre de sınıflandırmışlardır. Çadırda oturanlara genellikle çadırları deve tüyünden olduğu için "ehl-i veber", binalarda oturanlara ise evleri daha çok taş ve kerpiçten yapıldığı için "ehl-i hacer" veya "ehl-i meder" adı verilmişti.  Yerleşik olanlar tarımla uğraştıklarından bunlara "ehl-i hazar" da denilirdi.

Araplar taşın yanında kerpici ve kamış gibi bitkileri de kullanmışlardır. Kerpiçten yapılan evlere "kubbe", ahşap ve kamıştan yapılanlara duvarlarındaki delikler sebebiyle "hus" veya tavan kısmının kavisli olmasından dolayı "ezec" diyorlardı. Bunlar daha çok fakir kesimin oturduğu evlerdi; ancak havadar olmaları sebebiyle hali vakti yerinde bazı kişilerce de tercih edilmişlerdir.

İbn Haldun, daha çok vahşi bir hayat süren bedevilerin ancak ocak taşı yapmak amacıyla taşa ihtiyaç duyduklarını, bunu temin için de bina ve konakları yıktıklarını, aynı şekilde sadece çadır kurmak ve barındıkları yerleri sağlamlaştırmak amacıyla ağaca ihtiyaç duyduklarını ve bunun için de konakların dahi tavanlarını söktüklerini, bundan dolayı onların yaratılışlarının umranın temelini teşkil eden binaya aykırı olduğunu söyler.

Hz. Peygamber, Medine'ye geldiğinde burada daha çok Yahudilerin oturduğu taştan üç katlı evler vardı. Kale olarak kullanılabilecek büyüklükteki bu evlere "utum", "ucum" veya "kubab" adı veriliyordu. Bazıları çok uzaklardan görülebilecek yükseklikte olan bu evlerden her birinin bir adı vardı ve mesela temeli ve alt katı siyah bazalttan, diğer katları "nabara" adı verilen beyaz taştan yapılmış Uheyha bin Culah'ın evine "utmu'ddıhyan" deniliyordu. Utumlar mutlaka dört köşe ve taştan olur, teras şeklindeki üçüncü katın etrafında bir adam boyu kadar yükseklikte mazgallı korkuluk duvarları bulunur ve sıcak gecelerde burada yatılırdı. Alt kat hayvan ahırı ve malzeme deposu olarak kullanılır, orta katta ise oturulurdu. Resul-i Ekrem'in Medine'ye gelişi bu binalardan gözlenmiş ve ilk ezan da böyle bir evin üzerinden okunmuştur. Hz. Peygamber'in utumları şehrin süsleri gibi gördüğü ve yıkılmamalarını istediği rivayet edilir.

Fetihlerle zenginleşen Müslümanlar Hulefa-yiRaşidin döneminde özellikle Hz. Osman zamanında güzel evler yaptırmışlardır. İhtiyaca göre bu evlerin büyüklükleri değişmekle birlikte anne baba, çocuklar ve misafirler için en az üç oda ideal kabul edilmiştir. Ashaptan imkânı olanlar bu tarzda evler inşa etmişlerdir.

Bir evin huzur ortamı olabilmesi, teşkilatının mükemmelliği kadar yapıldığı mevkiin yerleşime uygunluğuna ve genel şehir planına da bağlıdır. Şehir kurmak için coğrafi şartların elverişli olması gerekir. Müslümanların ilk kurdukları şehirler olan Kufe, Basra, Fustat ve daha sonra Bağdat konum ve planları itibariyle birtakım özelliklere sahiptirler. Mesela Kufe'de şehrin ortasında, güçlü bir okçunun dört yönde attığı okların düştüğü noktaların birleştirilmesiyle sınırlanan geniş bir alana cami inşa edilmiş ve bu alanın dışına belli bir planda ev yapılmasına izin verilmiştir. Burada ana caddeler 40 zira (yaklaşık 20 m.), yan yollar 20 ve ara sokaklar 7 zira genişliğinde planlanmıştır.

Evlere girerken izin isteme âdeti Cahiliye döneminde de vardı, çünkü her evin mahrem olduğu kabul edilirdi. Ancak izin istenirken, "Ey falan, gireyim mi?" veya "Ey falan, dışarı cık" gibi kabaca sözler kullanılırdı. Kur'an başkalarının evlerine habersiz girmemeyi ve selam vermeyi emreder. Hz. Peygamber'den de evlere girerken izin istemeyle ilgili pek çok hadis rivayet edilmiştir. Resul-i Ekrem bir eve gelindiğinde üç defa selam verilerek izin istenmesini, olumlu cevap alınamazsa geri dönülmesini emretmektedir.

Suret, köpek ve cenabet kimsenin bulunduğu eve melek girmeyeceğine dair hadisler de birer hikmete dayanmaktadır. Arapların güzel bir taşa bile tapındıkları dönemde resme müsamaha edilmemesi gayet tabii olmaktadır. Hz. Süleyman’ın sarayında resim ve heykeli bir dekor unsuru olarak kullandığı Kur'an-ı Kerim tarafından belirtildiğine göre Hz. Peygamber'in resmi yasaklaması putperestliği önlemeye yönelik tedbir amacı taşımaktadır. Zira çağların ruhunda yaşayan insanlığın resim karşısında nasıl davranacakları belli olmazdı.

Geleneksel Malatya Evleri

Malatya'da; evler bahçe içerisinde inşa edilmiş ve yola komşuluğu olanların bahçesi duvarlarla çevrilmiş durumdaydı. Bahçe içerisinde yer alan ev yapısının dışında, günlük yaşantının devam ettiği, tandır örtmesi denilen mekânların da içerisinde bulunduğu bir iç avlu yer almaktadır. Evlerin yapımında kullanılan malzeme taş, kerpiç ve ahşaptır. Taş temel yapımında ve yerden 1-1.5 metre yüksekliğe kadar kullanılmıştır. Bunun üzerinde kerpiç duvarlar yer almaktadır. Kerpiç, yığma ya da dolgu tekniklerinde kullanılmaktadır. Genel ev şeması, bir sofa etrafına dizilmiş dört oda ve balkon haline dönüştürülmüş bir hayattan oluşmuştur. Evlerin büyük bir bölümü iki kat olacak şekilde inşa edilmişti.

Tarih yapan ve tarih kuran şehirlerden biride Malatya'dır. Tarihin altın sayfalarından koparak ve yarınların ötesine uzanarak yansımaktadır.

Doğal, tarihi ve kültürel bereketi ile yüzlerce yıl boyunca tarihin anılarında önemli bir yer edinen kayısı diyarı Malatya.

Kültürel birikimin yoğunlaştığı, doğal zenginliğinin yoğrulduğu şehirler sultanı.  Yüzyıllar boyunca birçok medeniyetin gelişimine tanıklık eden ve anılarını zamanın ruhuna taşıyan tarih yüzlüdür. Zamanlarının bilim, sanat ve deneyiminin sessiz tanıkları olan yapılarla yüklüdür: Malatya...

Devamı
GÜZELLİĞİN ve ÖZELLİĞİN ŞEHRİ: MALATYA

Her vilayetin kendi tarih derinliği ve birikimi vardır. İnsanlığın tarihi büyük ölçüde kentlerin ve kentsel yaşamın tarihi ile şekil bulmuştur. Yeryüzünde şehirlerin, her biri zaman içerisinde birer kimliğe sahip olmuş, bugün de oluşturduğu o kimliklerle anılmakta ve o kimlikle yaşamaktadırlar. Dünyanın belli başlı hangi şehrine bakılsa, kendine özgü belli bir kimliği vardır. Uzun bir geçmişi olan tarihi kentlerin de tarih boyunca farklı dönemlerde sahip olduğu önceki- sonraki veya eski- yeni kimliklerin üst üste birikmesiyle oluşmuş özel bir kimliği olduğu ve bu kimliğin büyük ölçüde öncekileri ve önceki dönemleri de temsil ettiğini görmekteyiz. Kentin kimliği, uzun bir zaman dilimi içinde oluşur ve şekillenir. Kentin coğrafi mahiyeti kültür seviyesi, mimarisi, gelenekleri ve hayat tarzı kenti biçimlendirir. Bir kentin kimliği, bir bakıma o kentin ruhu demektir. Bu ruhun oluştuğu, kültürel yolun kesiştiği ve  tarihsel yaşamın buluştuğu yerin başında, çeşitli uygarlıkları bağrında misafir eden Malatya'dır...

Bir medeniyetin özü, özetidir şehirler. Bir şehir; mahalle cümlelerinden, sokak kelimelerinden, ev ve bina harflerinden oluşur. Geçmişe ayna tutan tarihi mirası, çağlar boyunca şehrin bağrına mührünü vurur. Şehrin yükselen sesleri, geçmişten gelen nefesi yankılanır durur.

Geçmişte şehirlerin bir kısmı dini bir kurum ya da bir kalenin yakınında, bir kısmı da tamamen siyasal endişeler sonucunda kurulmuşsa da şehirlerin konumunu belirleyen birincil neden ulaşım olmuştur. Ulaşımdaki bir değişim, malların bir nakliyeciden başka bir nakliyeciye aktarımının ötesinde başka bir şey ifade etmese bile, birçok donanım ve hizmeti beraberinde getirir.

Bundan dolayı şehir oluşumlarının belirlediği yerler nehirlerin ağız kısımları yâda kilit noktaları, ovalarla tepelerin buluşma noktaları ve buna benzer bölgelerdir. Şehirler sosyal hayatın her yönünü kapsayan çeşitli faaliyetlerin görüldüğü, ekonomik ve kültürel birikimin yoğunlaştığı önemli yerleşim birimleri olup fiziksel ve sosyal çevre ile toplumsal hayatın merkezini teşkil eder.

Tarih aynası için yüzyıllarca şekil bulmuş, göz ve el sürülmüş, sanatın derinliği ve kültürün zenginliği bulunan medeniyetin eşiği şehirlerdir. Tarih yapan ve tarih kuran şehirlerden biride Malatya'dır.Tarihin altın sayfalarından koparak ve yarınların ötesine uzanarak yansımaktadır.

Doğal, tarihi ve kültürel bereketi ile yüzlerce yıl boyunca tarihin anılarında önemli bir yer edinen kayısı diyarı Malatya. Kültürel birikimin yoğunlaştığı, doğal zenginliğinin yoğrulduğu şehirler sultanı.  Yüzyıllar boyunca birçok medeniyetin gelişimine tanıklık eden ve anılarını zamanın ruhuna taşıyan tarih yüzlüdür. Zamanlarının tarih, sanat ve deneyiminin sessiz tanıkları olan yapılarla yüklüdür: Malatya...

 

 

Devamı
İKİ ASIR ÖNCE ÇİN\'İN TOPLUMSAL ZEHİRLENMESİ VE ETKİSİ

Çin, uzun zamandır Avrupalılar için çok cazip olan malların ana vatanıydı. İngiliz Şirketi, Çin'den bu malların başında o dönem de Avrupalılar için lüks içecek olan çay geliyordu. Ama bunun için Avrupalı tüccarlar Çin'e oldukça yüklü paralar ödüyor, dolayısıyla istediği karlılığa ulaşamıyordu.

Yapılması gereken Çin'e de bir şeyler satmaktı; böylece bu dev pazardan yalnızca mal almayacaklar, aynı zamanda buraya malda satabileceklerdi. Ama sorunda buradaydı; Çin kendi kendine yeten bir ülkeydi ve Eastin Dia Company'nin sattığı malların hiç birine ihtiyacı yoktu. Bunun üzerine şirket, Çinlilere almak zorunda kalacakları yeni bir "mal" tanıtmaya karar verdi. Çin, şirketin ticaretinde önemli bir yer tutan beyaz zehir yani “afyon” ile tanıştırıldı.

Şirket, Çin'in Canton Limanındaki ofisinden başlayarak halka ücretsiz olarak Hindistan'dan getirdiği “afyon”u sundu. Ama bu ücretsiz hizmet yalnızca ilk bir kaç deneme içindi, daha sonra "satma" dönemi başlayacaktı.

Başlangıçta çok az miktarda bir afyon söz konusuydu. Oysa Albay Watson bunu büyük ölçekli olarak düşünüyordu ve ticaret açığını kapamak için, İngiltere’nin Hindistan’dan elde edebileceği afyonun yaygın olarak kullanılmasını şirkete önerdi. Şeytan fikirli albayın tasarısı mükemmel şekilde işledi. 18. yüzyılın sonlarına doğru, Bengal’den Çin’e gerçekleştirilen afyon dış satımları henüz büyük oranlara ulaşmamıştı. 1776’dan başlayarak İngilizlerin Çin’e ihraç ettikleri afyon miktarı birden artış gösterdi ve ilerideki yıllarda hızla büyümeyi sürdürdü.

Özellikle 1830 - 1840 yıllarında Hint afyonunun ticareti olağanüstü derecede arttığı için, aynı yıllarda, yasak ticaretin sunduğu büyük kârların cezbettiği için: Bir ellerinde İncil ve diğerinde de afyon taşıyan Amerikalılar da bu işe katıldılar.

Bu olayların iktisadi sonuçlarını tahmin etmek kolay olmadı. Çin bütçesinin geleneksel dış ticaret fazlası, ürkütücü bir ticaret açığına dönüşünceye kadar azaldı. 1817 yılında devlet görevlisi Chang Huan, afyon dış alımları ile Çin dış ticaret dengesinin bozulması arasındaki sıkı bağlantıyı açığa çıkaran ilk kişi oldu.

Çinli bir devlet memuru o yıllardaki anılarında şunları yazıyordu:

“…Çin, nüfusu 10.000 kere 10.000 ile hesaplanacak kadar kalabalık olan bu ulusların halklarını yaşatmaya, çay ile ravent’ in satımına izin veriyor, bununla birlikte bu yabancılar hiçbir minnettarlık duymadıktan gibi, aksine ülkeyi zehirleyen afyon kaçakçılığı yapıyorlar.  Yürek bu durum konusunda düşününce huzursuz oluyor, mantık bu hususu irdeleyince, ulusa aykırı buluyor…” 

Bu tür zehirlemelerin, nüfusun sağlık koşullan üzerinde olduğu gibi, paranın kullanılabilirliği üstündeki etkileri ve sonuçları nedeniyle iki taraflı kaygılanan Çin hükümeti, korunma önlemlerine başvurmaya çalıştı, ne var ki İngiliz gücü karşısındaki zayıflığı yüzünden çabaları boşa çıktı. Uyuşturucunun ülkeyi zehirlemesi Çin devletinin kendi toprakları üzerindeki otoritesini derinden sarsmıştı. Toplumdaki yozlaşma kısa sürede ciddi boyutlara ulaştı.

Çin devletini uzun süre tereddüt ettikten sonra çıkarmak zorunda kaldığı afyon yasağı, ilk 1838-1842 yıllarında yaşanan Afyon Savaşı’na yol açtı. Bu savaş ülkeyi kesin olarak yıkıma sürükledi. Bu savaşta Çin yenik düştü, aşağılandı ve Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler de sonsuza dek bozuldu. Bu savaş ülkeyi kesin olarak yıkıma sürükledi.

Çin, yabancı güçlerle her karşı karşıya gelişinde ordusunun yetersizliği yüzünden boyun eğmek ve onların giderek artan isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Batılılar 1842 yılından itibaren yavaş yavaş Çin toprakları içinde gerçek nüfuz bölgeleri edindiler. Çinlilerin elinden büyük liman imtiyazlarını aldılar, tarlaları kiraladılar ve ülkenin kendilerine en çok yarar sağlayacak şekilde dışarı açılmasını şart koştular. Tüm bunların sonucunda ülkede yaşanan sefalet, hükümetin yetersizliği ve Çin topraklarının yavaş yavaş elden gidiyor olması birçok ayaklanmaya yol açtı.

Çin'de yaşananlar, İngiltere'nin politikasının sonuçlarından sadece biriydi. 19. yüzyıl boyunca Güney Afrika, Hindistan, Avustralya gibi coğrafyalarda İngiliz emperyalizminin sömürüsü en acı boyutlarıyla yaşandı.

 

 

Devamı
KANLI TERÖRİZM

Terörizm eski çağlardan beri vardır. Ancak bu tehdit asıl olarak 20. yüzyılda yükselmiştir. Bu yüzyılda terörizm ve teröristler büyük bir patlama yaptılar. Kitlesel tahrip gücü yüksek silahların ortaya çıkması ve teknolojide özellikle de bilgi teknolojisinde yaşanan hızlı gelişim terör eylemlerinin şeklini değiştirdi, yıkıcılığını artırdı. 1990'lı yıllara gelindiğinde ise beklenen tarzda bir saldırının gerçekleşme ihtimali arttı.

Özellikle de SSCB’nin yıkılması ve sahip olduğu nükleer silahlar üzerindeki denetimin zayıflaması, bu kaygıları artırdı. İnternetin gelişimi ve yaygınlaşması sonucunda her türlü bilgiye ulaşımın kolaylaşması bu kaygının daha da artmasına neden oldu.

Yakın zamanlarda biyolojik silah kullanılarak gerçekleştirilen bazı terörist eylemler biyoterörizm tehlikesinin boyutlarını da ortaya koydu. Günümüzde teröristler, basit bir laboratuvarda ve deneyimli bir kimyagerin yardımıyla binlerce insanı tehdit edebilecek bir biyolojik silah yapabilmektedirler.

Bunun ilk örneklerinden biri, 1984 yılında ABD’nin Oregon eyaletindeki bir kasabada restoranlarda yemek yiyen 750 kişinin zehirlenmesi oldu. Bu olaydan, o bölgede faaliyet gösteren ve Oregon yerlileriyle çatışma içinde bulunan bir terörist örgütün sorumlu olduğu ortaya çıkarıldı. Örgüt üyeleri çiftliklerinde yetiştirdikleri salmonella bakterilerini, bölgedeki dört restoranın salata barlarına yaymışlardı.1995 yılında Tokyo metrosuna “sarin” adı verilen kimyasal silahla düzenlenen saldırıysa, terörizmin halkı ne kadar yakından tehdit eden bir tehlike olduğunu gözler önüne serdi. Üstün Gerçek adlı sapkın bir tarikatın düzenlediği bu terörist saldırı da 12 kişi öldü, 5500 kişide yaralandı. Daha sonra yapılan araştırmalar bu tarikatın kendi laboratuarlarında biyolojik silahlar üzerinde çalıştığını ortaya koydu.

Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Afrika’ya kadar dünyanın dört bir yanında terörist bombalamalar, kundaklamalar, uçak kaçırmalar, rehin almalarda büyük bir hızla devam etmektedir. Örneğin İspanya'nın Bask Bölgesi’nin bağımsızlığı için mücadele ettiklerini iddia eden ETA (Euskadi Ta Askatasuna) teröristleri, 1962 yılından bu yana İspanya’da çok büyük terör eylemlerine imza atmış, 800'den fazla insanın ölümüne neden olmuştur.

İngiltere’nin Kuzey İrlanda’dan çekilmesini, İrlanda Cumhuriyeti Hükümeti'ni devirip, sosyalist bir cumhuriyet kurmayı hedefleyen IRA, çeşitli kaçakçılık, soygun ve haraç olaylarına karışmıştır. Genelde Kuzey İrlanda ve başta Londra olmak üzere İngiltere içinde eylemlerde bulunmuş olan IRA, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde de çeşitli bombalama olaylarına karışmıştır. IRA’nın 1969 yılından bu yana gerçekleştirdiği terörist saldırılarda, her iki taraftan 3200’ün üzerinde insan hayatını yitirmiştir.

Dünyanın en kanlı terör örgütlerinden biri de, Peru’da faaliyet gösteren Marksist-Leninist-Maoist gerilla grubu Aydınlık Yol’dur. 1960’lı yıllarda felsefe profesörü Abim el Guzman önderliğin de kurulan örgüt, ilk yıllarda herhangi bir siyasi hareket gibi değerlendiriliyordu. Ancak Aydınlık Yol 1970’li yıllarda dünyanın en vahşi gerilla örgütlerinden biri haline geldi. Örgüt lideri Guzman’ın şiddet yanlısı açıklamaları çok dikkat çekiciydi. Abimael Guzman 19 Nisan1980’de yaptığı bir konuşmada “Gelecek, silahlarda ve toplarda yatmaktadır.”' diyordu. Bir Aydınlık Yol gerillası ise “Kan bizi daha da güçlü kılmaktadır ve eğer akıyorsa bize zarar vermez, aksine güç verir” şeklindeki sözleriyle şiddeti yüceltiyordu. Örgüt, mücadelelerinin temelinin şiddet üzerine kurulu olduğunu açıkça ifade ediyor ve ülkede şiddetin nasıl artırılabileceğini tartışıyordu. Sonuçta 23.000’in üzerinde insan, yaşanan gerilla savaşında hayatını kaybetmişti.

Terör; Angola, Uganda, Nijerya gibi Afrika ülkelerine, İngiltere, İspanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerinden Sri Lanka, Tayland, Japonya gibi Asya ülkelerine, Ortadoğu ülkelerinden Latin Amerika’ya kadar Türkiye dâhil birçok ülkede terör binlerce insanın canını yakmakta ve çok büyük kayıplara neden olmaktadır.

 

 

Devamı
SİNEMANIN DOĞUŞU

Sinema, Louis ve Anguste Lumiere kardeşlerin "Sinamatographe" adını verdikleri aygıtlarıyla 28 Aralık 1895 günü Paris'te Capucines Bulvarı'nda yer alan Grand Cafe'de yaptıkları gösteriyle doğmuştur. Lumiere Kardeşler, cinematographe'ı yalnızca geçici bir süre ilgi çekecek bir aygıt olarak düşündükleri için insanların bu aygıta olan ilgi ve meraklarından mümkün olduğunca çabuk yararlanmak istemişlerdir. Bu nedenle, ellerinde tek olan cinematographe'ın çok sayıda üretilmesi için mühendislere siparişler vererek, aynı zamanda bu aygıtları kullanacak personelleri de yetiştirmeye başlamışlardı.

Lumiere Kardeşler, yabancı ülkelerde yapılacak çekimlerin daha fazla ilgi çekeceğini düşünerek, dünyanın dört bir yanına operatörler gönderirler. Bu operatörlere işlerinin sürekli olmayacağını, 6 ay, en fazla 1 yıl sürebileceğini söylerler. Lumierelerin asistanları; Promio, Mesguich ve Doublier ellerinde birer sinematograf olarak, çekim yapmak için yabancı ülkelerin yolunu tutar.

1896 yılında sinematograf ilkin Londra ve Brüksel’de, ardından Berlin ve Madrid’de, daha sonra da Sırbistan, Rusya, Romanya’da seyirciyle buluşur. Bu arada Promio, 1896 yılı yazında İstanbul’a gelerek çekimler yapar. “Haliç’in Panoraması”,“Boğaziçi Kıyılarının Panoraması”,“Türk Topçusu”, “Türk Piyadesinin Geçit Töreni” adlı filmler çeker.

Lumiere’lerin bir başka önemli filmi de “Kendini Sulayan Sulayıcı” adını taşır. Bir bahçıvanın bahçe suladığı bir hortuma, bir çocuk ayağıyla basınca su kesilir. Bahçıvan, ne olduğunu anlamak için arkasını döndüğünde çocuk ayağını çeker. Hortumdan püsküren su bahçıvanı ıslatır. Böylece sinema tarihinin ilk gülünç durumu gerçekleşmiş olur. 1895’te çektikleri ve itfaiyecilerin garajdan çıkışını, yangın yerine varışını, su sıkışını ve bir insanı kurtarışını gösteren dört ayrı film peş peşe oynatıldığında dramatik kurgunun ilk örneğini oluşturur. Bu arada Lumiere operatörleri Venedik’te gondoldan, İstanbul’da da kayıktan yaptıkları çekimlerde, alıcının kaydırma hareketini de bulurlar.

 Böylece değişik ülkelerin görüntü, anıt, gelenek ve kişilerinden oluşacak görsel bir arşiv çıkar ortaya. İzleyenlerin, ancak okuyarak ya da giderek bilgi edinebilecekleri yöreleri, olayları beyaz perdede görmelerini sağlayan yepyeni bir iletişim imkânı doğar. İki yıl içinde, Lumiere’lerin ellerindeki film sayısı 1000’i bulur.

Lumiere’lerin operatörleri 14 Mayıs 1896’da Rus Çarı 2. Nikola’nın Sen Petersburg’da yapılan tahta çıkış törenini filme alarak önemli bir belgesel gerçekleştirirler. Tahta çıkış töreninden iki gün sonra yapılan, yeni Çar’ın halkı selamlaması töreni sırasında bir tribün çöker. Büyük bir kargaşa olur. Bir kaç yüz kişi ezilir, Lumiere Operatörleri bu olayları da çeker ama polis hemen filmlere el koyar. Böylece sinema, ilk kez sansürle tanışmış olur ve bu görüntüler halka ulaşamaz.

Sinematograf, aynı yılın Nisan ayında da ilk kez Atlas Okyanusu’nu aşarak ABD’ye ulaşır. Lumiere’lerin operatörlerinde F. Mesguich, 1896 yılının Mayıs ayında New York’a gider. İlk 6 ayda 21 kişilik kameraman grubu ülkeyi dolaşarak cinematagraphı vodvil salonlarında sergileyerek en büyük rakibi Edison’un kinetographını saf dışı bırakır. 1900 yılında Paris’te düzenlenen sergide sinematografa da yer verilir. Katalog sergiyi, “Verimli buluşlarla, bilimde sağlanan gelişmelerle evrenin ekonomik düzeninde devrim yapan bir yüzyılın büyük sonuçlarının, olağanüstü bilançosunun bir dökümü” olarak tanıtıyordu. Lumiere’ler sergi alanında dev bir perdede gösteri yaptılar.

Gösteriyi ilkin, Eyfel Kulesi’ne asılacak dev bir perdede, açık hava sineması olarak tasarlamışlardı. Ama rüzgârın perdeyi yırtma ihtimali karşısında, serginin Galeries des Machines bölümüne, 21 metre eninde, 18 metre boyunda bir perde kurdular ve bu perde üzerinde 70 mm eninde filmlerle gösteri yaptılar.

Perde, her gün kaldırılıp suya yatırılıyor, bu işlem, perdenin iki tarafından da izlenebilen görüntünün daha ışıklı olmasını sağlıyordu. Ücretsiz olarak yapılan gösteriler altı ay boyunca sürdü ve salon tam 326 kez seyirciyle doldu.

Paris Sergisi’nin önemli bir yeniliği de “sesli sinema” oldu. Lumiere ilk gösterilerini yaptıkları Grand Cafe sahibi Clement Maurice, plak üretimi yapan Henri Lioret’le birlikte Phono-Cinema Theatre gösterileri yaptı. İzleyiciler dönemin Sarah Bernhardt, Coquelin, Felicia Mallet gibi ünlü oyuncularını perdede görüyor ve seslerini duyuyordu. Gösterim görevlisi, göstericinin kolunu çevirerek görüntüleri perdeye yansıtırken, salondaki gramofondan bir kabloyla kulağına iletilen seslerle görüntü arasında eşleme sağlamaya çalışıyordu. Gramofon-Sinema-Tiyatro gösterisi iki üç yıl süreyle Avrupa’nın birçok ülkesinde de ilgiyle izlendi.

1903 yılına gelindiğinde Lumiere sinematografı yeni şartlara ayak uyduramamıştı. Çünkü sinema artık, gülünç ya da hüzünlü bir öykü anlatan konulu filmlere yönelmiş, dekor ve oyuncu kullanmaya başlamıştı. Oysa Lumiere’ler ilkin kendi yaşadıkları ortamı, kendi ailelerinin yaşama biçimini filme almış, daha sonra da dünyanın değişik yörelerindeki yaşama biçimini, kimi kez de olayları belgelemekle yetinmişlerdi. Sinemanın seyirlik yönünü görememişlerdi. “Bir Trenin Gara Gelişi”, Lumiere’lerin en başarılı filmlerinden birdir.

50 metre uzunluğundaki film, bacasından dumanlar tüttürerek gelen bir lokomotifin, Le Ciotat istasyonunda yavaşlayarak durmasını, tren durduktan sonra yolcuların vagonlardan inmesini gösterir. Çerçeveleme, seçilen açı, lokomotifin alıcının solundan geçip, yolcuların alıcının sağından inmeleri, günümüz yönetmenlerinin bile başka bir şey ekleyemeyecekleri kusursuzluktadır.

 

Devamı
OSMANLI DEVLETİNDE SİNEMA

 

1897'de sinematografın hemen hemen tüm dünya ülkeleriyle aynı zamanda Osmanlıya girişiyle birlikte dünyanın birçok yerinde ve Osmanlı topraklarında çekilen belge filmlerin gösterimleri başlamış, önceleri birkaç yerde yapılan bu gösterimler giderek yaygınlaşmış, daha sonra sinema salonları açılarak çeşitli ülkelerin filmleri gösterilmeye başlanmıştır.

1896 ya da 1897 yıllarındaki bu halka açık gösterinin düzenlendiği yer, Galatasaray (Beyoğlu) karşısına düşen Hammalbaşı sokaktaki Avrupa Pasajı'nın 7 numaralı yeriydi. Sinema tarihlerine Sponek Birahanesi adıyla geçen bu salonda böylece "halka açık ilk gösteri" gerçekleşmiş oldu. Bu gösterinin Türkçe, Fransızca, Rumca ve Ermenice basılan ilanında şunlar yazar:

            "… Beyoğlu Galatasaray’ı karşısında Sponeck Salonu'nda İstanbul'da birinci defa olarak Paris   ve bütün Avrupa’nın mazharı takdiri olmuş olan canlı fotoğraf lübiyatı her akşam icra olunur... "

Türk sinemasında bilinen ilk film 1905’te çekilmiştir, yapımcısının kim olduğu ise bilinmemektedir. Yalnızca Selim Sırrı Tarcan’ın bu filmin çekiminde rehberlik yaptığı biliniyor ki, bu da filmi yapanların yabancı olduğu kanısını güçlendiriyor. Ancak filme ilişkin şu ana kadar belge bulunamadığı için ilk film sayılamaz.

Weinberg'in film gösterilerini 1898 yılında yine İstanbul Beyoğlu'nda Cambon adlı bir Fransız'ın yaptığı gösteriler izler. Gösterim aygıtının kalitesi, filmlerin uzun olması ve filmlerdeki Türkçe açıklamalar nedeniyle halkın Cambon'un gösterilerini daha çok beğenmesi üzerine Weinberg'in aygıtını yenilediğini, daha uzun filmler getirterek seyircinin filmi daha iyi anlaması için gösterim sırasında bir görevlinin ayağa kalkıp açıklamalarda bulunmasını sağladığını hatta aynı dönemde Weinberg'in sık sık Saray'a çağrılarak filmler oynattığı da belirtilmektedir. Ayrıca, o yıllarda gösterilen filmlerin kısa metrajlı belge ve güldürü filmleri olduğunu, zamanında filmleri izleyen yazarların anılarından ve belgelerden anlaşılmaktadır.

29 Mart 1903’te çıkarılan ve 25 maddeden oluşan bir nizamnameye göre; Osmanlı’da sinema gösterileri yapma hakkı 35 sene süreyle müslim ya da gayrimüslim ayrımı yapmadan herkese tanınıyor, bu hakka sahip olanlar, anonim şirket kurabiliyordu. Ancak bu şirketin adı ‘Osmanlı Sinematograf ve Lantern Majik ve Çeşitli Manzaralar Gösterme Şirketi’ olacak ve Merkezi İstanbul’da bulunacaktı. Ayrıca hak sahipleri, sinema faaliyetlerini gerçekleştirmek için gerekli mühendis ve makinistlerden başka bütün personelini Osmanlı halkından seçeceklerdi. Yerli mühendis ve makinistler gereken şartları yerine getirmeleri durumunda istihdamda öncelikli olacaklardı.

Halkın sinemaya gösterdiği rağbeti göz önüne alan Weinberg, 1908'de Türkiye'deki ilk sinema olan "Pathe Sineması"nı yaptırdı. Böylece İstanbul'da Tepebaşı'nda ilk yerleşik sinema salonunun açılmasıyla eğlence yerlerinde adeta bir sığıntı gibi yaşayan sinema, gerçek mekânına kavuşmuş ve giderek Türk toplumunun gelenekselleşmiş eğlence yapısındaki yerini de almış oldu. Burada hemen belirtmek gerekir ki, sinemanın Türkiye'ye girişinden söz ederken aslında özellikle İstanbul'un Avrupa yakasına, o zamanki adıyla "Pera" Beyoğlu semtine girişi kastedilmektedir. Sinemanın halk tarafından sevilmesi, gösterilere talebin artması, bu buluşun İstanbul'da ve diğer büyük kentlerde de yayılmasına neden oldu.

İstanbul'da açılan Pathe Sineması'nın ardından Beyoğlu'nda "Palas", Taksim'de "Majik" sinemaları açılır. İstanbul yakasında ise Sirkeci'de Kemal ve Şakir Seden kardeşler Fuat Uzkınay ile birlikte "Ali Efendi" ve Demirkapı'da "Kemal Bey" sinemalarını açarlar. 1914'te Murat ve Cevat Beyler tarafından İstanbul yakasında ilk film gösterisinin yapıldığı "Fevziye Kıraathanesi"nin yerinde "Milli Sinema" adıyla açılan sinema, Türkler tarafından işletilen ilk sürekli sinema salonu olarak tarihteki yerini alır. Daha sonra bunları "Elektra", "Elhamra" ve "Opera" sinemaları izler. İzmir'de de Kordonboyu'nda 1909'da ilk açılan Pathe Kardeşler ya da Kramer Sineması'nı izleyen diğer sinemalar ise "Asri Sinema", "Ankara Sineması", "Lale Sineması", "Milli Sinema", "Elhamra Sineması", "Tayyare" Sinemaları ile Güzelyalı ve Karşıyaka'daki sinemalar olmuştur.

1914'lerde sinema, en azından İstanbul, İzmir, Selanik gibi kentlerde bilinen bir olaydır, sinema salonları vardır ve sinemaya tutkun seyirci kitlesi yetişmektedir. Başka bir deyişle, Türkiye'de bir sinema vardır, ancak bu, Türk Sineması değildir. Çünkü sinema işletmeciliğinin büyük bir kısmı azınlıkların veya yabancı uyrukluların elindedir. Türkiye'de sinema denilince Weinberg, akla gelen tek uzman sinemacıdır. Bu tarihlerde Türkiye sinemayı keşfetmiş, aynı zamanda sinema da Türkiye'ye gelip geçen ve daima egzotik görüntüler peşinde olan yabancı operatörler, sinemacılar yoluyla Türkiye'yi keşfetmiştir.

1914'e kadar İstanbul'da açılan sinema salonlarının sahipleri ve işletmecileri gayrimüslimlerden ve yabancılardan oluşuyordu. 1913 yılında beş yeni sinema salonun açılması, bazı yerli müteşebbisleri bu sektöre yöneltti. 19 Mart 1914 tarihinde Şehzadebaşı'nda Cevat Boyer ve Murat Bey tarafından Türkiye'nin ilk yerli sinema salonu olan "Milll Sinema" açıldı? Bir süre sonra devreye Şakir ve Kemal Seden kardeşler girerek, dönemin ünlü lokantacısı Ali Efendi ve Fuat Uzkınay'la birlikte, Sirkeci' de "Ali Efendi Sineması"nı açacaklardır.

Dünya sineması belge filmlerden sinema anlatımının oluşmaya başladığı kurmaca filmlere geçmiş, hatta 1915 yılma gelindiğinde gerek Amerika gerekse Avrupa'da sinema anlatımının öne çıktığı uzun metrajlı yetkin film örnekleri verilmiştir. Ancak Türk sinemasının gelişimi dünya sinemasıyla aynı çizgide olmamıştır. 1915 yılında Merkez Ordu Sinema Dairesi'nin kurulmasına kadar çekilen belge filmler dışında Türk sinemasında yerli yapım gerçekleştirilmemiş, ancak bu tarihten sonra resmi kuruluşlar eliyle ilk yerli yapımlar gerçekleştirilmeye başlanmıştır.

 

Devamı
Dijitalleşen Türk Sineması

Uzun süre teknik ve ekonomik sıkıntılar yaşayan Türk sineması, televizyon ve reklam sektörünün gelişmesi, resmi-özel, yerli-yabancı fon ve desteklerle dijitalleşmenin olanaklarından yararlanmaya başlamıştır. Genç yönetmenler düşük bütçeli dijital ekipmanları tercih ederken, önde gelen film yapımcıları da pahalı ve gösterişli efektler için son sistem teknolojileri kullanır hale gelmiştir. Dijital sinemanın yolunu açan Sony CineAlta kameralar ve RedDigitalCinema RED ONE 4K kameralar sayesinde Türkiye’de film sektöründe patlama yaşanmaktadır. Gereken her formatta daha verimli dağıtım için dijital post prodüksiyonda artık DigitalIntermediatemaster yapımı kullanılmaktadır. Bunun sonucunda dijital yapım zincirini tamamlamak için gelişmiş kurgu ve master sistemleri ihtiyacı, bağımsız yapım uzmanları için çok yeni olanaklar getirmiştir.

Dijital projeksiyon sistemin maliyetinin esas ağırlığı, dijitali üç boyutluya çeviren prizma kısmıdır. Fiyatın üçte birini teşkil etmekte ve dünyada tek üretici bulunmaktadır. Dijital teknolojiyi kullanan yapımcıların; üretim ve dağıtımın dijitalleşmesi maliyetleri düşürdüğünü, günümüzde bir filmin %30 bütçesinin ham film, banyo ve baskıya gittiğini ifade etmektedirler.

Dijital sinemanın tam olarak gelişmesinin farklı tarzlarda film üretim ve gösterim sayısında bir patlama yaşatacağı sonucu açıkken, sinema diline katkı sağlayacak kadar farklılıklar gerçekleşeceği iyimser bir yorum olmaktadır. Teknolojik yenilikler seyirciyi daha da fazla konunun içine çekmeyi, kendisini ana karakterin yerine koymasını sağlamayı, kahramanın öykü içindeki yolculuğuyla beraber heyecanlanmasını kolaylaştırmayı, rahatlayıp sorunlarından uzaklaşmasını ve en önemlisi eğlenmesini sağlamaktadır.

 Bugüne kadar yapılan teknolojik gelişmeler seyircinin filme yabancılaşmasına, anlatılanı irdelemesine, düşünmesine, rahatsızlık duymasına, sinema salonunda bilinçlenmiş ve değişim isteyen bir şekilde ayrılmasına hizmet etmemiştir. Sinemacılar anlatılacak öykü kalmadıkça aynı öyküleri yeni teknolojilerle tekrar tekrar anlatmak zorunda kalmışlar bu da sinema teknolojisinde yeni tekniklerin arayışına sebep olmaktadır. Gerçekte filmin hangi teknoloji ve hangi ekipmanla çekildiği bir yere kadar önemlidir. Önemli olan filmin içeriğidir.

 

 

 

 

 

 

Devamı
DİJİTALLEŞEN SİNEMA DÜNYASI

Sinemada dijitalleşmeyi anlayabilmek için film ve video ayrımını iyi bilmek gerekmektedir. Film ışığa duyarlı milyonlarca gümüş taneciğinin üzerine sürüldüğü, selülozdan üretilen bir taşıyıcı tabaka ve diğer koruyucu katmanlardan oluşan ve genellikle kenarlarında delikler bulunan bir şerittir. Daha sonraki banyo ve baskı işlemleri sonucunda negatif ve pozitif kopyalar oluşur. Bununla birlikte film şeritleri büyüklüklerine göre çeşitli formatlara ayrılırlar. En çok kullanılan format 35mm formatıdır. Bunun dışında 65mm, 16mm ve 8mm gibi formatlar da söz konusudur.Video “görüyorum” anlamında Latince bir kelimedir. Yaygın kullanımdaki anlamı, optik görüntülerin elektrik sinyallerine dönüştürülmesidir. Filmin tersine kimya alanıyla değil daha çok elektrik ve elektronik alanıyla ilgilidir. Video olgusu ise daha çok televizyon yayıncılığı ile ilgilidir. Video terimi 1990’lara kadar daha çok kaset ile birlikte anılmaktaydı. 1990’larda genel olarak analog formattan dijital döneme geçiş dönemiydi. Sinema yönetmenleri de bu teknolojiden faydalanmaya başladı. 1998 yılında Sony şirketinin ürettiği HDCAM formatında profesyonel seviyede yüksek çözünürlüklü kameralar ve okuyucular söz konusuydu.

Dijital sinema kameralarıyla çalışmak çekim aşamasında görüldüğü gibi farklı anlatım tarzlarını oluşturmada kolaylıklar sağlamaktadır. Bunun yanı sıra kasetlerin fiyatları asla ham film kadar maliyetli değilken yeni teknolojide hard diskler ve kartlar tekrar tekrar kullanılabilmektedir. Ham filme çekilen görüntü öncelikle banyo edilir, ardından pozitif kopyalar çıkarılır ve kare tarama, telesine ve offline kurgu gibi çeşitli işlemlerden geçirilir. Film üzerinde son kesip birleştirme işlemleri yapıldıktan sonra salonlar için kopyalar çıkarılır veya film dijital olarak kurgulandıktan sonra tekrar filme aktarılır, aynı şekilde kopyalar çıkarılır ve sinema salonlarında gösterilir. Ancak bu işlemler hem çok maliyetli, hem çok uzun süren, hem çok riskli hem de çok karışık işlemlerden geçecektir. Çekimi yapılmış filmin bilgisayarlara aktarılması, kurgusunun, renk düzenlemelerinin, özel efektlerin yapıldığı ve gösterime kadar geçen işlemlerin bütünü “DigitalIntermediate” süreci olarak adlandırılır.

1980’lerden beri kullanımda olan HD Kameralar 2000’li yıllarda yaygın kullanıma geçmiştir. Analog teknolojinin yerini alan bu teknoloji sinema ve televizyon alanında üretim-gösterim ve dağıtım gibi sistemlerin de değişmesine yol açmaktadır. Bant teknolojisinin yok olması sonucunda kameraların içinde mekanik parça kalmayacağı için ömürleri uzun olacaktır. Bandın dönüş hızıyla sınırlı olunmadığından yüksek kare çekimi teknolojileri daha rahat uygulanacak, kameranın kendi içinde temel düzeyde de olsa kurgu yapmak mümkün olacaktır. Veri depolamak için bol miktarda sabit diske veya BluRay, HDDVD cinsi yüksek kapasiteli disklere ihtiyacın artması ise kasetten daha büyük maliyet getirecektir. Kasette hata oluştuğundan görüntünün küçük bir parçası zarar görürken sabit disk sistemlerde o anda hafızada kayıtlı her şey silinebilecektir.

Günümüzde dağıtımcılar ağır ve taşınması zor 35mm film yerine daha çok dijitali tercih etmektedir. Bununla birlikte kopya sayısı sıkıntısı ortadan kalkacaktır. Dağıtımcılar her sinemaya aynı filmi verebilecek ve sanal olarak düşük bir maliyetle sonsuz sayıda kopya basılabileceklerdir.

Dijital sinema bir yanıyla nesnel gerçeklikten koparken diğer yandan gerçeği yansıtma isteğinin eskisi kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bütün çabalar gerçeklik hissini vermek üzere kuruludur. Üstelik bu gerçeklik nesnel gerçeklikten farklı olarak deneyimlenemez ve dolayısıyla dijital öncesi sinemayı gerçeklik karşısında yetersiz kılan aslının kopyası olma sorununu yaşamaz.

Dijital kameralarla çekim ve dijital kurgu işlemlerinden sonra sinema salonuna gidene kadar proje çok daha hızlı ve az maliyetli bir yol katetmekte. Sinema salonları hızla film projektörlerini dijital projektörlerle değiştirmektedir. İlk dijital film yapım dağıtım ve gösterimi 1998 yılında uydu üzerinden Amerika’da bir kaç eyalette “TheLast Broadcast” adlı filmin gösterimiyle dijital projeksiyonla gerçekleştirilmiştir. Bundan yedi ay sonra George Lucas’ın “Star WarsEpisode 1”, DVD’den dijital projeksiyonda gösterilmiştir. 2000 yılında ise “Titan A.E” adlı film, internet üzerinden Los Angeles’tan Atlanta’ya ulaştırılmış ve dijital projeksiyondan gösterilmiştir. Dijital gösterimlerde daha az teknisyenin çalışmasının yeterli olabilmesi bile maliyetleri düşürecektir. Ancak yine de bu geçiş oldukça maliyetlidir. Bu geçiş maliyetinin ise çeşitli fonlar aracılığıyla karşılanması düşünülmektedir. Dijital gösterimlerde eski projeksiyonlarda olduğu gibi tekrarlanan gösterim sonucunda kopyanın eskimesi durumu gerçekleşmez. Dijital sinemanın bir diğer avantajı da 3 boyutlu gösterilen filmlerin henüz korsanlarının yapılamıyor olmasıdır. Sinema salonundan kamerayla görüntüyü doğru şekilde kaydetmek günümüzde mümkün değildir. Ayrıca yurtdışı filmler için uydu vasıtasıyla aktarılan, yerli üreticiler tarafından hard disklerde taşınan filmler kriptolaşıyor ve bu şifrelerin kırılması veya korsan kopyaların çıkarılması şu aşamada mümkün gözükmemektedir.

Devamı